29 Mart 2008 Cumartesi

ANLAM VEREMİYORUM!

Merhaba ben Bilgehan ve ben bir hastayım. İsmimi verip kendimi rencide etmek istemiyordum ama verdim gitti. “Merhaba ben bir bağımlıyım” desem daha iyiydi yani. Ne hastasıyım? Bu işlerin hastasıyım. Ne işi? Kendime, çevremdekilere, insanlara ve dünyama anlam verememenin hastasıyım. Bağımlısıyım.

En başta kendime anlam veremiyorum. Neyime? Magazincilerin "Sivri dilli şarkıcı Arto"Arto'nun yılan gibi bir sivri dille çevresindekilerin ensesini yalamasını düşünmeme anlam veremiyorum. Bu ne Arto'nun garipliği ne de benim garipliğim aslında.

Gariplik Arto'yu hayatımıza bu kadar sokan magazincilerde. İşte buna da anlam veremiyorum.

Teyzeme de anlam verememiştim bir aralar. Beş yaşındaki torunu Mertcan’ın şehirlerarası otobüs yolculuğu esnasında ağlayıp, otobüsü sürmek istemesi üzerine teyzemin "Öyle yaramaz ki, kocaman otobüsü o sürecekmiş" demesi... Ben bunu öyle algıladım ki, sanki tüm gariplik beş yaşındaki Mertcan’ın otobüsü sürmek istemesi değil de otobüsün büyük olması, kocaman olması. Yani onlar o yolculuğu otobüs değil de minibüs ile yapsalar bizim beş yaşındaki Mertcan sürecek minibüsü. Teyzem garip, ben garip, kocaman otobüs garip... Mertcan normal.

Kibarlıktaki "siz ne alırdınız" ifadesinin zamanla oluşan "sissnealırdınısss" şeklindeki tıslama sürecine anlam veremiyorum.

Yıllarca hiç bir politikacımıza da anlam veremedim. Şu an çok iyi anlam veriyorum ama politikacılarımıza. Gayet anlamsızlar...

Cem Ceminay’a yandan baktığımda tükürerek konuşmasına da anlam veremedim.

Her ay magazin programlarında çıkan, ismini bilmediğim gözlüklü diyetisyene de anlam veremedim. Hayır, yani her ay yeni bir diyet buluyor adam. "Çekirdekle gelen mucizevî diyet, domatesin bin bir faydası, patates kabuğunun özü". "şimdi patates pütürlerini kazıyıp kaynatın, içine kuyruk yağını ekleyin, üzerlerine hibiskus özü ilave edin, kaynatın". Haydi bakalım. Hibiskus ne ulan? Neyine anlam vereyim? Hibiskusa da anlam veremedim, bu adama da... Bu adamın ismini öğrendiğimde onu hibiskus özüne boğacağım. İşin özü bu…

Anlamsız olmuş her şey yahu. Çevrem yüzünden aptala dönmüşüm de haberim yok...
ifadesini kullanması üzerine

BİLGEHAN ANIL

AKLIMA NE GELİYOR?

"Bursa" kelimesini duyduğum an aklıma yoğurtla alakalı yemekler geliyor. Hani Bursa’nın yoğurtlu iskenderinin meşhur olması ile ilgili bir durum değil bu. Yoğurtlu ıspanağı bile geçiriyorum aklımdan "Bursa" kelimesini duyduğumda. Telaffuzu ile alakalı olsa gerek. "bur" ve "sa" hecelerini birleştirdiğinizde ağzınızın sulanışı aklınıza yoğurdu getirmesin de ne yapsın?

Dayımın oğlu var; görkem. Şişman, Michelin maskotu gibi katmerli bir çocuk... Onun yüzünü gördüğüm zaman aklıma tüylü şeftali bile geliyor.

"Gargamel" kelimesini duyduğumda aklıma kamburlar geliyor, kargalar geliyor. Her şey geliyor. Kapsamlı bir isim o Gargamel. Türkçe bir isim de değil. Şirinler çizgi filminin orijinalinde de gerçek ismi Gargamel. Ama Gargamel ismi öyle güzel düşünülmüş ki, o büyücünün kamburluğunu, kargavari bakışlarını, sinsiliğini, pis sesini her şeyini anlatabilecek derecede işlevsel. Gargamel adeta evrensel bir isim.

"Penguen" kelimesini duyduğumda telaffuzdaki "guen" hecesi bir anda yüzümde bir an tebessüm oluşturuyor ve bütün kutup penguenlerinin mesut bir hayat yaşadıklarını zannediyorum.

"Ördek" kelimesindeki "dek" hecesi bende öyle bir çağrışım uyandırıyor ki bütün ördeklerin yürürken zevzekçe espri yapacağını düşünmeden edemiyorum.

"Soprano" bildiğimiz üzere ince kadın sesine deniyor. Ancak soprano'yu telaffuz ederkenki yanak şişirme eylemi sanki "soprano dünyanın en kalın sesidir" hissini veriyor.

"Sanki" kelimesi daha "san" derken insanda bir şüphe uyandırıyor.

İsmi Cavit olanlara isimlerinin telaffuzu yüzünden gıcık oluyordum yıllarca, o ne sinsi bir telaffuzdur arkadaş? Sanki bütün Cavit’ler sinsi anasını satayım. Ancak Cavit’lerden sonra Emre’leri tanıdım hayatım değişti. Emre’lerin telaffuzunun daha sinsi olduğunu fark ettim. Onlara da kılım artık.

"Laptop" yani diz üstü bilgisayarın ne olduklarını bilmeden önce kelime içindeki "top" hecesinden dolayı dizüstü bilgisayarların hep yuvarlak, şişkin aletler olduğunu düşledim durdum.

"Düş" diye diye içlerindeki "ş" harfleri zamanla "şşşş" efekti ile uyuttu beni...

BİLGEHAN ANIL

OTURMAK

Hani kimisi diyor ya "çağımızın en büyük uğraşı internet" diye; yalan efendim. Külliyen yalan. Halt yemiş onu diyenler. Çağımızın en büyük uğraşı: oturmak! Evet, doğru duydunuz. Oturarak para kazananlara değil sözüm. Sadece oturanlara...

"Ne yapıyorsun" sorusuna "oturuyorum" diye cevap vermeyenler bu dünyadan değildir. en azından Türkiye’den değildir. Hakikaten ya arkadaş, ne oturmaymış bu? telefon açıp soruyorsun ne yaptığını. "oturuyorum" diyor. "daha daha" diyorsun; cevap yine aynı. Oturmak aslında bildiğimiz türden basit bir olay değil belki de.

Oturan boğa sizi selamlıyor. O da hep oturuyor.

Ne oturmaymış be arkadaş! Kalkın! Oturmaya mı geldik?

Bir dakika, gerçekten oturmaya gelmişiz. Çünkü düşünsenize her işi oturarak yapıyoruz. Yazı yazmak oturarak, yemek yemek oturarak. Yani ayakta yapılan işler az. Şu da var: "ne yapıyorsun" sorusuna "hiç" diye cevap verenler aslında bir iş yapıyorlar. Oturuyorlar.

Amanın! Şu otobüsteki 46 adet koltuğa bakın. Hatta hostes koltuğu ve şoför koltuğunu da sayın. 48 koltuk yapar. 48 insan ne yapıyor? Oturuyor. Neden? Çünkü otobüste başka ne yapsınlar? Gerçekten de oturmaya geldiler oraya. Görevleri oturmak. Kimi bir yandan gazete okur o ayrı. Ama geneli oturur ve önündekinin ensesini seyreder. Önündekinin ense kıvrımlarını sayar.

Bir de oturtanlar var! Yani nasıl bir oturmaksa o, insanda aşağılayıcı bir etki yaratıyor.
"otur yerine!". bundan daha sert bir cümle olamaz. Yani orasını belki benimsemedi de yeri olarak görmüyor o kişi, oturtulacak olan kişi. Oturmayı önemli bir iş olarak görüyorsa neden aşağılanma olarak kullanıyor kimisi?

Kimisine göre oturmak zaten önemli bir şey. Özellikle basurlulara... "abi oturamıyorum basurdan"

Ya da kıl dönmesi...

Yeter oturduğunuz tamam! Kalkın! Gidiyoruz... Otur, nereye gidiyorsunuz?

Bu yazıyı aykırı bir insan olarak ayakta yazdım, hem de bir yandan ayakta yemek yiyerek. "ayakta yenmez midene inmez" diyenlere inat…

BİLGEHAN ANIL

LOST DİZİSİNDEN AŞIRI ETKİLENEN İNSAN

LOST’TAN AŞIRI ETKİLENMEK

Evden çıktığımda her şey normal gibiydi. Belediye otobüsü durağına ulaştığımda da her şey yolundaydı. 43-H numaralı otobüsü durdurdum ve okula doğru yola koyulduk. Gözlerim yanıyordu... İki gündür yemeden içmeden o diziyi izlemek zayıf düşürmüştü. Körüklü otobüsün onca gürültüsüne gacırtısına rağmen şaşılacak şey uyumuşum.

Derken bir sarsıntıyla irkildim. Gözlerimi araladım. Otobüs bozulmuştu. Şoför yolculara gidemeyeceğimizi pek de tatlı bir dille anlatmıyordu. Derken yaşlı bir teyze fenalaşarak yere yığıldı ve aynı anda şoförün sol camı kırıldı ve şoför de yere yığıldı. Kafası kanıyordu. Bağırdım yardım etmeleri için ama herkes kendi derdindeydi... başımı arkaya çevirdim ve ne göreyim??...

Paniğim anlatılmaz derecede büyüktü... "Kuyruk bölümündeki yolcular nerede lan" diye bağırdım yanımdaki adama. Kırklı yaşlarında kel kafalı bir adamdı. Tokadı patlattı suratıma. " “Kuyruk bolumu ne ulan eşşoğleşek hem ne bağırıyon bana" diye suratıma tükürüklerini saçarak konuştu. Bir şeyler ters gidiyordu.

Otobüs yavaş yavaş boşalmıştı. Şoför gözlerini araladı ve "Hangi o.ospu çocuğu kafama sapanla tas atti ulan" dedi. Gözlerini hamile kıza dikti, onun atmadığı belliydi. Fenalaşan teyze de kalktı hiç bir şey olmamış gibi indi otobüsten... Kuşkum daha da artmıştı. Ben etrafı öylece süzerken şoför bana döndü ve "ulan sen kesin bir şeyler karıştırıyorsun senden şupheleniyorum" dedi... Kitlendim, konuşamıyordum... "others… others… " deyiverdim. Bir tokat da şoförden yedim... "Küfür mü ediyon ulan hayvan herif?" dedi. "See you in another life brother" dedim ve koşarak kaçtım.. Şoför hala arkamdan bağırıyordu: "Bak hala konuşuyor it herif"


Yoluma yürüyerek devam edecektim. Az yol değildi. Yirmi metre kadar ötemde yürüyen adamı hatırladım. Ben otobüste otururken yanımda ayakta duran adamdı. "Ne iş yapıyorsun dude""Cep telefonu bayisiyim ismim seyit, dükkan hemen merkezde dört yol agzında" dedi... Çok sevinmiştim... "Vay Seyit, kurtulduk desene! Kesin bir şeyler yaratırsın sen cep telefonu pillerinden" dedim. Nereden kurtulacağımızı anlamamıştı anlaşılan. Bön bön baktı suratıma. Belki de benimsemişti. Seyit’ten cacık olmayacağını anlamıştım. "Senden bana ne fayda gelebilir ki bay telefon anteni?" deyiverdim. Lakabını sevmemiş olacak, şemsiyesini kafama indirdi... "Ahhh dur vurma lan bak şemsiyeyle yıldırım düşürücez, lan ah bak ölücen… kader! "

Canımı yakmıştı, pek bir anlayışsızdı canım... Yürüdükçe otobüsteki insanları görmeye devam ediyordum. Şimdi de ön taraftaki takkeli imamı gördüm. Ona da koşarak yetiştim. "Sen rahip misin" dedim. Ters ters baktı yüzüme, koluna yapıştım, "Temiz malım var uçurmama yardim et bütün çocuklara penisilin yaptırayım" dedim. Poke imam gibi kükredi... Dediklerini anlamamıştım.

İnsanlara bulaşmamalıydım belki bir süre. Etrafı izleyerek dolaştım ve bir çalılık gördüm, kafes biçimindeydi. İçinde yavru bir kedi vardı. Yaşlı bir kadın kediyi almasına yardım edip edemeyeceğimi sordu. Bir anda kedi gözüme kutup ayısı gibi göründü... Oradan da koşarak kaçtım ve yine küfürü yedim. O kadar koşmak yormuştu, bir banka oturdum, bir baba ve oğul oturuyordu. Çocuk bir çizgi roman okuyordu, üzerinde bir kutup ayısı resmi vardı. Cebimden çakmağımı çıkardım ve mecmuayı tutuşturdum. Yine küfür yine şemsiye darbesi...

Koşarken nasıl koştuğumu anlamadım ve okula ulaştım...

Hocamız bir C programı yazmamızı istedi, ben ise o bilgisayarlara 4 8 15 16 23 42 yazmadan çalışmayacağını söyledim. Delirmişe benziyordu, "gir o zaman o sayıları" dedi... Ben de "girmeyelim, bakalım ne olacak" dedim. Elini kaldırdı üzerime doğru, ben de monitörü yere attım. Yine şemsiye... Yine küfür... Hiç yakışmıyor...
dedim.

BİLGEHAN ANIL

BİZ NE OLACAĞIZ?

BİZ NE OLACAĞIZ?

Hepimizin son günlerde cevabını en çok merak ettiği soru bu “Biz ne olacağız?”. Açıkçası buna ben de uyuyorum ve merak ediyorum. Büyüdüğümde (kazık kadar oldum o ayrı) ne olacağım falan da değil yani. Biz genel bakımdan, Türkiye olarak ne olacağız? Ne olacağımıza karar veremedik bir türlü. Tartıştık durduk günlerce ama hala karar veremedik.

“Halkı cumhurbaşkanı seçsin” dedik, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” dedik. Neticesinde birine karar verdik. Bana kalsa halkı cumhurbaşkanı seçmeliydi ama olsun. Ben milletimin kararına saygı duyarım arkadaş. Hem ne güzel, kararsızlık önlenmiş oldu. Değil mi?

Sonra bir tartışma türedi piyasada. Türkiye Malezya olur mu? Haydi bakalım. Hükümetimizin de yoğun desteğiyle tartışma günlerce gündemde kaldı. Ezilip ezilip suyu içildi adeta. Karar veremedik ne olacağımıza.

“Türkiye İran olur mu?” diyenler de oldu. Ben olduramadım.

İddia ediyorum ortada hükümetten birinin evinde beslediği kanarya ölse de kanarya krizi olsaydı gündemde “Türkiye Kanarya Adaları olur mu?” diye bir tartışma dolanır dururdu.

Kanaryamız kaçmasın ama efendim kafesinden. Alttan mı bağlayalım? Üstten mi? İki kanadının arasına fiyonk mu atalım? Nasıl istersiniz? Paket mi olsun? Yine mi karar veremedik be! Dedim ben kararsızız diye ama.

Kendimizi İran yaptık, Malezya yaptık. Ben yarın kendimizi Papua Yeni Gine yapacağım. Gündem dolsun, nedir yani? Her hafta farklı bir ülke olsak aslında işime de gelir. Gezmeme gerek kalmaz. Gezmek kaç para haberiniz var mı? Eğer Türkiye yarın Fransa öbür gün de İtalya olsa Avrupa Birliği sürecini bile durdururum. Gerek kalmaz çaresiz çırpınışlara. Tabii düşünmek lazım, Eiffel Kulesi ve Pisa Kulesi gibi yapıların Türkiye’de olmayışı yine bir krizi beraberinde getirir.

Buna kızan ve Türkiye olma kararı alan Fransa ve İtalya gibi ülkeler tası tarağı toplar, hakiki Fransa ve İtalya’ya geri döner. Türkiye çöl gibi kalır ortada, çırılçıplak. Kendinden olan her şeyi verdiğinden kimliğini kaybetmiştir.

Türkiye böyle de çöl olur. Hayrettin Karaca’nın yıllardır gözler önüne serdiği “Türkiye’nin çöl olacağı gerçeği” böyle de olur.

Ama biz karar vermişiz, Türkiye’yi çöl yapmaya, Malezya yapmaya, İran yapmaya…

Şimdi sorsalar “Siz ne olacaksınız?” diye, önce bir düşünürüm. Kimse darılıp gücenmesin ama derim ki “Bizden cacık olmaz, hıyar bile olamayız, cacığa dolamayız”.

BİLGEHAN ANIL