29 Ekim 2008 Çarşamba

YARIŞMA KARİKATÜRLERİ


Polonya-Karpik Karikatür Yarışması 2008 için


İnsan Hakları Yarışması için.


İnsan Hakları Yarışması için çizmiştim.



Bu karikatürü Don Quichotte'un "dünya dilleri" konulu yarışmasına çizmiştim, sitenin galerisinde bu da şu an.


Bu karikatürü İtalya'da "elma" konulu bir yarışma için çizmiştim. Hala sitenin galerisinde sergileniyor.

18 Temmuz 2008 Cuma

ÖSS

ÖSS geldi, ÖSS geçti… ÖSS geldi, ÖSS geçti. Gelip geçmeye devam ediyor. En son da bu sene geldi geçti. Bu gelip geçmeler sürerken ne sınav hakkındaki televizyon programları değişti, ne uzmanların görüşleri değişti ne de öğrencilerin yedikleri değişti.

Öğrencilerin yedikleri demişken… Öğrencilerin yediklerine bile karıştı o uzmanlar. Efendim, sınava üç hafta kala yağlı kızartmalar yenmeyecekmiş, hafif ızgaralar yenmeliymiş falan filan… Ulan aç gözlülere bak be! Kendileri yesin bütün lahmacunu, kebabı; öğrenciler yesin kibrit kutusu kadar peynir.

Abarttılar, abartmaya devam ediyorlar…

Sınavdan üç hafta öncesi yenen yemeklere karıştılar. Bu yetmedi bir de sınav esnasında şeker yemesini öğütlediler öğrencilere. Ben hiç şeker yemedim sınavlarda. Ama gördüm yiyenleri. Elinde bir paket bonbon şekerlerle sınav salonuna girenler mi dersin, Bir avuç küp şekeri sınava girerken çocuğun ağzına tıkmaya çalışan anneler mi dersin… Beygir mi bu çocuk? Neden küp şeker yesin? Gerçi o sınav maratonu boyunca at misali koştu bu çocuklar ya neyse…

Ben ileride çocuğumun sınavda öyle küp şeker yemesini falan istemiyorum. Kendisini neden sıkıntıya soksun? Hatta sınav esnasında rahat olmalı. Stres altında kalmadan çözebilmeli soruları.

Bunun için çocuk sınava girerken çocuğa bir paket bonbon şeker yerine bir porsiyon acılı adana, üç lahmacun iki de ayran yedirmeli. Adana kebabı okul bahçesinde yesin, lahmacunlarla sınav salonuna girsin. Herkes o yaz sıcağında şeker yerken bizim çocuk farklı olsun. Sırasının kenarında açsın lahmacunların paketini… Ohhh mis! Yanına da ayranı… Maydanozu…

Şimdi diğer arkadaşlar bana sınav salonunun kurallarından bahsetmesin… Siz açıyorsunuz o şekerlerin paketini haşırdatıp duruyorsunuz, bir şey olmuyor da bizim lahmacunlar koktu mu olay oluyor. Yok, öyle yağma.

Bu psikolojik savaş.

Siz şekerinizi yiyin, biz lahmacunumuzu.

Bu çocuk sınav salonuna lahmacunlarla girecek. Sınavda da yiyecek. Yiyemediğini kâğıda sarar, evde de yer. Ama o lahmacunlar girecek o sınav salonuna.

Gerekirse ÖSYM’ye başvururum, o lahmacunları sınava sokarım, o da yetmedi okul bahçesine seyyar lahmacunlar koydururum, o da yetmedi sınıflara ocak başıyla lahmacun fırını koydururum. Deliyim, bilirsiniz.

İleride üniversitelere girişte lahmacun krizi yaşanırsa bunun sorumlusu ben olmam ama… Ona göre!

BİLGEHAN ANIL

13 Nisan 2008 Pazar

ÖNÜNDEKİ İNSANA ÇİFT TIKLAMAK

Önümdeki katmerli, kel ve güneşten kızarmış enseye sahip amcayı bilgisayar olarak görüyorum. Şaka maka monitör gibi kafa var amcamda... Kim bilir kaç çekirdeklidir bu amca?

Çalıştırmayacağı program yoktur, o kadar beceriklidir kendi nazarında.

Eh, minibüste gidiyoruz. Benim bu çift çekirdekli amcamdan bir isteğim olacak: benim ücreti öne iletmesini isteyeceğim. Sol tıklıyorum. İki kere. "Tık tık". Cevap vermiyor. Tepkisiz. Gerçi kramp belirtisi de yok. Sadece duymuyor.

Sağ omzuna tıklıyorum. Bir kere. “Özellikler” menüsü açılıyor amcamın.

Türü: amca

Konumu: şoför hizası, önden altıncı sıra, tekerlek üstü.

Boyut: ben diyeyim bir seksen, sen de bir doksan. 123 kilo

Minibüsteki boyutu: iki kişilik yeri kaplıyor eşşoğleşek.

İçerik: elindeki poşette üç kilo soğan var.

Oluşturulma: kavşaktan binmiş minibüse.

Öz nitelikler: salt konuşur, minibüsü koordine etmeye çalışır.

Vay be amca! Sen neymişsin. Amcanın "Gelişmiş" özelliklerine tıklıyorum.

Amcam bana iki seçenek sunmuş: izin verdiğimi uygulayacak yani. Birincisi, önden gelen para üstünü arkadaki istemezse çaktırmadan cebe at, ikincisi de minibüsten çabuk inebilmek için kalabalığın ayaklarını çiğnemeye izin ver.

Vay amca vay! Amca dedik, tamam baba yarısı falan değildin de şerefsiz çıktın sen. Büsbütün şerefsizsin sen. Çaktırmadan benim yirmi beş kuruş para üstümü cebine atacaksın ha? Sesimi çıkarmıyorum diye para üstümü istemeyeceğimi mi sandın ulan? Amca dedik saygı duyduk sen benim para üstümü cebine atman için onay vermemi istiyorsun.

Eşşoğleşek seni be. Babayı alırsın.

O sinirler amcanın kel, güneşten pembeleşmiş ensesine tokadı ekleştiriyorum. Kramp giriyor, pembe ense oluyor, kırmızı. "Bu amca yanıt vermiyor" yazısını okuyorum o katmerli ensede.

Yanıt veremezsin tabi... Hem suçlu hem güçlü! Benim paramı cebine atacaktın.

Lan bi dakka, ne oluyor? Amca dur vurma! Amca yanlışlıkla vurdum o tokadı ensene. Bir arkadaşa benzettim amca. Amca! Ah! Yavaş. Amca, al bak sana para üstüm hariç bir yirmi beş kuruş daha, vurma ne olur! Ah!!

"İndirin bu manyağı köşe başında, şoför bey"

"Amca sen de ne diye uyarsın elin manyağına"

Şerefsiz şoför. Sen de gittin, indirdin beni. Amca ver yirmi beş kuruşumu! böhüe!!

BİLGEHAN ANIL

HEYECAN

Hayatına heyecan, hareket kat. Ne yani? "patlat bir crunch!" mı demek lazım reklâmlardaki gibi? Çikolata heyecan ha?

Çikolata heyecan olsaydı her Ramazan Bayramı'nda yani şeker bayramında heyecan dolu olurduk. Gerek yok bayrama çikolataya falan. Her konuda heyecan yaratırım ben.

Otobüse biniyorum, bilet atıyorum... Elimi cebime atıp biletimi çıkartmamla geçen heyecan dolu dört saniye... İşte macera bu!

Saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Bileğimdeki kol saatimi havaya kaldırıp saati öğrenene kadar yaşadığım heyecan... Öyle böyle değil. Saat sekiz olmuş. İçim titredi be heyecandan!

Kırmızı ışıkta bekliyorum. En yeni moda trafik ışıklarındayım hem de. Hani şu saniyeleri geriye doğru sayıp yeşil ışığı yakanlardan… Önümde bir araba var. Stres doluyum. Saniyeler geriye sayıyor... Kırk dokuz, kırk sekiz... Korna da yok! Motor devri iki binde… Sessiz ortalık. Saniyeler iki, bir, sarı, yeşil oldu... Haydi gidelim. Son iki saniyedeki stres anımda tansiyonum oldu on sekiz.

Doktor aşırı heyecandan kaynaklanan yüksek tansiyon yüzünden kırmızı ışıkta durmayı da yasakladı bana. İşte heyecan! Her kırmızı ışıkta geçişimde peşimde bir ekip otosu! Sirenler... Dikiz aynasından ekip otosunu gözetleyişim, tıpkı macera filmi...

Ha bunların hiç biri olmasa da sadece yeşil ışık yanar yanmaz kalkamadığım an bana korna çalsalar o da heyecan. Nedir yani?

Tuvalete gidiyorum, işimi görüyorum. Acaba biri gelir mi o an? Kapıyı tıklamadan dalar mı? Ya da ben "doluu" der miyim? O yankılı "doluuuu" tepkisini vermek mi heyecanlı yoksa bangi campink mi? güldürmeyin beni!

Garson gelmiş. "ne alırdınız efenim?" diyor. Acaba ne alırım? Terliyorum, alnım boncuk boncuk... Fatih terim gibiyim adeta. Heyecandan konuşamayabilirim, heyecan olsun sırf. Garsona bırakıyorum, ne verirse yerim yani.

Yemeğim de bitiyor... Sonra ne yaparım acaba? Düşündükçe heyecanlanıyorum. Konuşamıyorum daha fazla.

Al sana heyecan, ille sınav stresi mi olsun? Anayol kovalamacası mı olsun? Kavga mı olsun? Fear factor mü olsun?

Ben gerekirse her şeyden mutlu olurum da heyecanlanırım da...

BİLGEHAN ANIL

MAŞRAPA BİR TERKEDİLİŞ SİMGESİDİR

O mezun oluyor gidiyor, hem de derece yapıyor gidiyor. Ben oluyorum dereceli silindir.

Hatta dereceli taharet maşrapası... Herkes kıçını dönmüş bana. Boyuna kıç görmekten olmuşum bir taharet maşrapası.

Uygunsuz bir yaşam sürmeye başlıyorum terk edilişten ötürü. Uygunsuz yaşam uygunsuz koşulları beraberinde getiriyor. Ev hippi evi oluyor. Odada masanın üstünde pislikler, çöpler, yerlerde çoraplar... O an Uğur Dündar Arena ekibini toplayıp gelse ya bizim eve. “Uygunsuz şartlarda yaşayan öğrenciler... Görüyorsunuz sayın seyirciler.”
Kapatsa bizim evi sonra…

"Ev sahibim misin ulan?" desem Uğur Dündar’a. Sonra sahiden ev sahibim olduğunu öğrensem Uğur Dündar’ın... İyice sarpa sarsa işler. Canlı yayında küfürün bedelini kanal kapatmasıyla ödese onlar.. Üzerine Arena ekibi beni ibret olsun diye canlı yayında bir daha dövse. Kanal tekrar kapansa...

Kanal açılıp kapansa ben sürekli dayak yedikçe... Kısır döngülü bir kan davası şeklini alsa işler.

Bir süre sonra döngü biter, herkes gider. Yine dereceli taharet maşrapası olurum. Beni dövenler bile gider.

Sıkıntılar bitmese giderim yine kanala, kendimi dövdürmeye... Maksat maşrapalıktan kurtulmak… Alem biraz maşrapa olsa...

Eminim ki alem maşrapa olsa onlara sadece su dolardı.

Maşrapanın da melankoliğini de ilk defa görüyoruz ama ha. Hadi ordan şabalak! Ahanda yine maşrapa olduk.

Maşrapa benim gözümde terk edilişin simgesi olmuş be...

BİLGEHAN ANIL

BAŞIBOŞ SAATLERDE

BAŞIBOŞ SAATLERDE…

Zamanında Nilüfer'in de seslendirdiği Kayahan’ın şarkısı. Çocukluğumda çok sevdiğim bir şarkıydı ancak yaş ilerledikçe resmen sinirlerimi bozan bir şarkı oldu çıktı. Nilüfer’e de Kayahan’a da saygım sonsuzdur ama açıkçası alt üst etti dünyamı. "Nasıl bir iç dünyan var be senin?" diyenlere şimdiden "İçim çürümüş" diyebilirim zaten.

Şarkıya dönecek olursak, gerçekten bu yaşlarda melankolik hallerde dinlenmemeli bu şarkı. Ne kadar eğlenceli bir melodisi de olsa öyle ıslıklı falan, yine de dinlenmemeli.

Bir arkadaşımla konuşuyorum başıboş saatlerde, yani gecenin ilerleyen saatlerinde. Diyor ki "Bu başıboş saatleri de çok severim." Aklıma Kayahan’ın bu şarkısı geliyor hemen. Bir kendi kendime düşünüyorum da bu şarkıda geçen ortamı sağlayan hiçbir koşulum yok. Öyle böyle değil. Tam sıfır. Zıt.

O demiş "Başıboş saatlerde, alırım koynuma sevgilimi”. Ben kendi kendime bakıyorum, başıboş saatlerde koynuma alabileceklerime yani. Her şey boş. Masamın üzerinde matematik, diferansiyel ve termodinamik kitaplarım sadece. Bunlar mı yani koynuma alabileceklerim? Başka alternatifim yok mu?

O sinir, kitapları koynuma almanın verdiği sinir beni boynu bükük bir şekilde evin içinde volta atmaya itiyor. "çözülür ipleri dünyanın" diyen Kayahan maalesef yalan demiş. Benim şalvarımsı gevşek eşofmanımın ipi çözülüyor, kıçımdan düşüyor, kıçımda durmuyor eşofmanım. O kadar kötü yani durum.

O umutsuzluk sevdanın sözlerini karartmıyor benim gözlerimi karartıyor. Uyku bastırıyor.

Yatmaya, uyumaya çalışıyorum, koynuma alabileceklerimin sadece termodinamik, matematik ve diferansiyel kitapları oluşunun verdiği üzüntü aklıma bir an "onsuz olmaz, çok alıştım" mısrasını getiriyor.

Gerçekten onsuz, onlarsız olmuyor. Bırakamıyorum hiçbirini. Çok alıştığım, hiç ayrılamadığım matematik dersini dört senedir, termodinamik dersini de iki senedir alıyorum. Diferansiyelden daha geçen sene ayrılabildim. Onsuz olmuyormuş gerçekten...

"Bir gün olmazsa, bir gün mutlaka diferansiyeli hayat karşıma tekrar çıkarır" diye ümit ediyorum.

Yazıyı anlamayanlar için şarkının sözlerini tekrar not ediyorum şuraya:

"Başıboş saatlerde

Alırım koynuma sevgilimi

Başıboş saatlerde

Çözülür ipleri dünyanın

Başıboş saatlerde

Kararır gözleri sevdanın

Başıboş saatlerde

Alırım koynuma sevgilimi

Onsuz olmaz

Çok alıştım

Dayanamam

Çok çalıştım

Bir gün olmazsa

Bir gün mutlaka."

Melodisiyle dinleyin ve yazıyı okuyun lütfen. Sevgiler...

BİLGEHAN ANIL

29 Mart 2008 Cumartesi

ANLAM VEREMİYORUM!

Merhaba ben Bilgehan ve ben bir hastayım. İsmimi verip kendimi rencide etmek istemiyordum ama verdim gitti. “Merhaba ben bir bağımlıyım” desem daha iyiydi yani. Ne hastasıyım? Bu işlerin hastasıyım. Ne işi? Kendime, çevremdekilere, insanlara ve dünyama anlam verememenin hastasıyım. Bağımlısıyım.

En başta kendime anlam veremiyorum. Neyime? Magazincilerin "Sivri dilli şarkıcı Arto"Arto'nun yılan gibi bir sivri dille çevresindekilerin ensesini yalamasını düşünmeme anlam veremiyorum. Bu ne Arto'nun garipliği ne de benim garipliğim aslında.

Gariplik Arto'yu hayatımıza bu kadar sokan magazincilerde. İşte buna da anlam veremiyorum.

Teyzeme de anlam verememiştim bir aralar. Beş yaşındaki torunu Mertcan’ın şehirlerarası otobüs yolculuğu esnasında ağlayıp, otobüsü sürmek istemesi üzerine teyzemin "Öyle yaramaz ki, kocaman otobüsü o sürecekmiş" demesi... Ben bunu öyle algıladım ki, sanki tüm gariplik beş yaşındaki Mertcan’ın otobüsü sürmek istemesi değil de otobüsün büyük olması, kocaman olması. Yani onlar o yolculuğu otobüs değil de minibüs ile yapsalar bizim beş yaşındaki Mertcan sürecek minibüsü. Teyzem garip, ben garip, kocaman otobüs garip... Mertcan normal.

Kibarlıktaki "siz ne alırdınız" ifadesinin zamanla oluşan "sissnealırdınısss" şeklindeki tıslama sürecine anlam veremiyorum.

Yıllarca hiç bir politikacımıza da anlam veremedim. Şu an çok iyi anlam veriyorum ama politikacılarımıza. Gayet anlamsızlar...

Cem Ceminay’a yandan baktığımda tükürerek konuşmasına da anlam veremedim.

Her ay magazin programlarında çıkan, ismini bilmediğim gözlüklü diyetisyene de anlam veremedim. Hayır, yani her ay yeni bir diyet buluyor adam. "Çekirdekle gelen mucizevî diyet, domatesin bin bir faydası, patates kabuğunun özü". "şimdi patates pütürlerini kazıyıp kaynatın, içine kuyruk yağını ekleyin, üzerlerine hibiskus özü ilave edin, kaynatın". Haydi bakalım. Hibiskus ne ulan? Neyine anlam vereyim? Hibiskusa da anlam veremedim, bu adama da... Bu adamın ismini öğrendiğimde onu hibiskus özüne boğacağım. İşin özü bu…

Anlamsız olmuş her şey yahu. Çevrem yüzünden aptala dönmüşüm de haberim yok...
ifadesini kullanması üzerine

BİLGEHAN ANIL

AKLIMA NE GELİYOR?

"Bursa" kelimesini duyduğum an aklıma yoğurtla alakalı yemekler geliyor. Hani Bursa’nın yoğurtlu iskenderinin meşhur olması ile ilgili bir durum değil bu. Yoğurtlu ıspanağı bile geçiriyorum aklımdan "Bursa" kelimesini duyduğumda. Telaffuzu ile alakalı olsa gerek. "bur" ve "sa" hecelerini birleştirdiğinizde ağzınızın sulanışı aklınıza yoğurdu getirmesin de ne yapsın?

Dayımın oğlu var; görkem. Şişman, Michelin maskotu gibi katmerli bir çocuk... Onun yüzünü gördüğüm zaman aklıma tüylü şeftali bile geliyor.

"Gargamel" kelimesini duyduğumda aklıma kamburlar geliyor, kargalar geliyor. Her şey geliyor. Kapsamlı bir isim o Gargamel. Türkçe bir isim de değil. Şirinler çizgi filminin orijinalinde de gerçek ismi Gargamel. Ama Gargamel ismi öyle güzel düşünülmüş ki, o büyücünün kamburluğunu, kargavari bakışlarını, sinsiliğini, pis sesini her şeyini anlatabilecek derecede işlevsel. Gargamel adeta evrensel bir isim.

"Penguen" kelimesini duyduğumda telaffuzdaki "guen" hecesi bir anda yüzümde bir an tebessüm oluşturuyor ve bütün kutup penguenlerinin mesut bir hayat yaşadıklarını zannediyorum.

"Ördek" kelimesindeki "dek" hecesi bende öyle bir çağrışım uyandırıyor ki bütün ördeklerin yürürken zevzekçe espri yapacağını düşünmeden edemiyorum.

"Soprano" bildiğimiz üzere ince kadın sesine deniyor. Ancak soprano'yu telaffuz ederkenki yanak şişirme eylemi sanki "soprano dünyanın en kalın sesidir" hissini veriyor.

"Sanki" kelimesi daha "san" derken insanda bir şüphe uyandırıyor.

İsmi Cavit olanlara isimlerinin telaffuzu yüzünden gıcık oluyordum yıllarca, o ne sinsi bir telaffuzdur arkadaş? Sanki bütün Cavit’ler sinsi anasını satayım. Ancak Cavit’lerden sonra Emre’leri tanıdım hayatım değişti. Emre’lerin telaffuzunun daha sinsi olduğunu fark ettim. Onlara da kılım artık.

"Laptop" yani diz üstü bilgisayarın ne olduklarını bilmeden önce kelime içindeki "top" hecesinden dolayı dizüstü bilgisayarların hep yuvarlak, şişkin aletler olduğunu düşledim durdum.

"Düş" diye diye içlerindeki "ş" harfleri zamanla "şşşş" efekti ile uyuttu beni...

BİLGEHAN ANIL

OTURMAK

Hani kimisi diyor ya "çağımızın en büyük uğraşı internet" diye; yalan efendim. Külliyen yalan. Halt yemiş onu diyenler. Çağımızın en büyük uğraşı: oturmak! Evet, doğru duydunuz. Oturarak para kazananlara değil sözüm. Sadece oturanlara...

"Ne yapıyorsun" sorusuna "oturuyorum" diye cevap vermeyenler bu dünyadan değildir. en azından Türkiye’den değildir. Hakikaten ya arkadaş, ne oturmaymış bu? telefon açıp soruyorsun ne yaptığını. "oturuyorum" diyor. "daha daha" diyorsun; cevap yine aynı. Oturmak aslında bildiğimiz türden basit bir olay değil belki de.

Oturan boğa sizi selamlıyor. O da hep oturuyor.

Ne oturmaymış be arkadaş! Kalkın! Oturmaya mı geldik?

Bir dakika, gerçekten oturmaya gelmişiz. Çünkü düşünsenize her işi oturarak yapıyoruz. Yazı yazmak oturarak, yemek yemek oturarak. Yani ayakta yapılan işler az. Şu da var: "ne yapıyorsun" sorusuna "hiç" diye cevap verenler aslında bir iş yapıyorlar. Oturuyorlar.

Amanın! Şu otobüsteki 46 adet koltuğa bakın. Hatta hostes koltuğu ve şoför koltuğunu da sayın. 48 koltuk yapar. 48 insan ne yapıyor? Oturuyor. Neden? Çünkü otobüste başka ne yapsınlar? Gerçekten de oturmaya geldiler oraya. Görevleri oturmak. Kimi bir yandan gazete okur o ayrı. Ama geneli oturur ve önündekinin ensesini seyreder. Önündekinin ense kıvrımlarını sayar.

Bir de oturtanlar var! Yani nasıl bir oturmaksa o, insanda aşağılayıcı bir etki yaratıyor.
"otur yerine!". bundan daha sert bir cümle olamaz. Yani orasını belki benimsemedi de yeri olarak görmüyor o kişi, oturtulacak olan kişi. Oturmayı önemli bir iş olarak görüyorsa neden aşağılanma olarak kullanıyor kimisi?

Kimisine göre oturmak zaten önemli bir şey. Özellikle basurlulara... "abi oturamıyorum basurdan"

Ya da kıl dönmesi...

Yeter oturduğunuz tamam! Kalkın! Gidiyoruz... Otur, nereye gidiyorsunuz?

Bu yazıyı aykırı bir insan olarak ayakta yazdım, hem de bir yandan ayakta yemek yiyerek. "ayakta yenmez midene inmez" diyenlere inat…

BİLGEHAN ANIL

LOST DİZİSİNDEN AŞIRI ETKİLENEN İNSAN

LOST’TAN AŞIRI ETKİLENMEK

Evden çıktığımda her şey normal gibiydi. Belediye otobüsü durağına ulaştığımda da her şey yolundaydı. 43-H numaralı otobüsü durdurdum ve okula doğru yola koyulduk. Gözlerim yanıyordu... İki gündür yemeden içmeden o diziyi izlemek zayıf düşürmüştü. Körüklü otobüsün onca gürültüsüne gacırtısına rağmen şaşılacak şey uyumuşum.

Derken bir sarsıntıyla irkildim. Gözlerimi araladım. Otobüs bozulmuştu. Şoför yolculara gidemeyeceğimizi pek de tatlı bir dille anlatmıyordu. Derken yaşlı bir teyze fenalaşarak yere yığıldı ve aynı anda şoförün sol camı kırıldı ve şoför de yere yığıldı. Kafası kanıyordu. Bağırdım yardım etmeleri için ama herkes kendi derdindeydi... başımı arkaya çevirdim ve ne göreyim??...

Paniğim anlatılmaz derecede büyüktü... "Kuyruk bölümündeki yolcular nerede lan" diye bağırdım yanımdaki adama. Kırklı yaşlarında kel kafalı bir adamdı. Tokadı patlattı suratıma. " “Kuyruk bolumu ne ulan eşşoğleşek hem ne bağırıyon bana" diye suratıma tükürüklerini saçarak konuştu. Bir şeyler ters gidiyordu.

Otobüs yavaş yavaş boşalmıştı. Şoför gözlerini araladı ve "Hangi o.ospu çocuğu kafama sapanla tas atti ulan" dedi. Gözlerini hamile kıza dikti, onun atmadığı belliydi. Fenalaşan teyze de kalktı hiç bir şey olmamış gibi indi otobüsten... Kuşkum daha da artmıştı. Ben etrafı öylece süzerken şoför bana döndü ve "ulan sen kesin bir şeyler karıştırıyorsun senden şupheleniyorum" dedi... Kitlendim, konuşamıyordum... "others… others… " deyiverdim. Bir tokat da şoförden yedim... "Küfür mü ediyon ulan hayvan herif?" dedi. "See you in another life brother" dedim ve koşarak kaçtım.. Şoför hala arkamdan bağırıyordu: "Bak hala konuşuyor it herif"


Yoluma yürüyerek devam edecektim. Az yol değildi. Yirmi metre kadar ötemde yürüyen adamı hatırladım. Ben otobüste otururken yanımda ayakta duran adamdı. "Ne iş yapıyorsun dude""Cep telefonu bayisiyim ismim seyit, dükkan hemen merkezde dört yol agzında" dedi... Çok sevinmiştim... "Vay Seyit, kurtulduk desene! Kesin bir şeyler yaratırsın sen cep telefonu pillerinden" dedim. Nereden kurtulacağımızı anlamamıştı anlaşılan. Bön bön baktı suratıma. Belki de benimsemişti. Seyit’ten cacık olmayacağını anlamıştım. "Senden bana ne fayda gelebilir ki bay telefon anteni?" deyiverdim. Lakabını sevmemiş olacak, şemsiyesini kafama indirdi... "Ahhh dur vurma lan bak şemsiyeyle yıldırım düşürücez, lan ah bak ölücen… kader! "

Canımı yakmıştı, pek bir anlayışsızdı canım... Yürüdükçe otobüsteki insanları görmeye devam ediyordum. Şimdi de ön taraftaki takkeli imamı gördüm. Ona da koşarak yetiştim. "Sen rahip misin" dedim. Ters ters baktı yüzüme, koluna yapıştım, "Temiz malım var uçurmama yardim et bütün çocuklara penisilin yaptırayım" dedim. Poke imam gibi kükredi... Dediklerini anlamamıştım.

İnsanlara bulaşmamalıydım belki bir süre. Etrafı izleyerek dolaştım ve bir çalılık gördüm, kafes biçimindeydi. İçinde yavru bir kedi vardı. Yaşlı bir kadın kediyi almasına yardım edip edemeyeceğimi sordu. Bir anda kedi gözüme kutup ayısı gibi göründü... Oradan da koşarak kaçtım ve yine küfürü yedim. O kadar koşmak yormuştu, bir banka oturdum, bir baba ve oğul oturuyordu. Çocuk bir çizgi roman okuyordu, üzerinde bir kutup ayısı resmi vardı. Cebimden çakmağımı çıkardım ve mecmuayı tutuşturdum. Yine küfür yine şemsiye darbesi...

Koşarken nasıl koştuğumu anlamadım ve okula ulaştım...

Hocamız bir C programı yazmamızı istedi, ben ise o bilgisayarlara 4 8 15 16 23 42 yazmadan çalışmayacağını söyledim. Delirmişe benziyordu, "gir o zaman o sayıları" dedi... Ben de "girmeyelim, bakalım ne olacak" dedim. Elini kaldırdı üzerime doğru, ben de monitörü yere attım. Yine şemsiye... Yine küfür... Hiç yakışmıyor...
dedim.

BİLGEHAN ANIL

BİZ NE OLACAĞIZ?

BİZ NE OLACAĞIZ?

Hepimizin son günlerde cevabını en çok merak ettiği soru bu “Biz ne olacağız?”. Açıkçası buna ben de uyuyorum ve merak ediyorum. Büyüdüğümde (kazık kadar oldum o ayrı) ne olacağım falan da değil yani. Biz genel bakımdan, Türkiye olarak ne olacağız? Ne olacağımıza karar veremedik bir türlü. Tartıştık durduk günlerce ama hala karar veremedik.

“Halkı cumhurbaşkanı seçsin” dedik, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” dedik. Neticesinde birine karar verdik. Bana kalsa halkı cumhurbaşkanı seçmeliydi ama olsun. Ben milletimin kararına saygı duyarım arkadaş. Hem ne güzel, kararsızlık önlenmiş oldu. Değil mi?

Sonra bir tartışma türedi piyasada. Türkiye Malezya olur mu? Haydi bakalım. Hükümetimizin de yoğun desteğiyle tartışma günlerce gündemde kaldı. Ezilip ezilip suyu içildi adeta. Karar veremedik ne olacağımıza.

“Türkiye İran olur mu?” diyenler de oldu. Ben olduramadım.

İddia ediyorum ortada hükümetten birinin evinde beslediği kanarya ölse de kanarya krizi olsaydı gündemde “Türkiye Kanarya Adaları olur mu?” diye bir tartışma dolanır dururdu.

Kanaryamız kaçmasın ama efendim kafesinden. Alttan mı bağlayalım? Üstten mi? İki kanadının arasına fiyonk mu atalım? Nasıl istersiniz? Paket mi olsun? Yine mi karar veremedik be! Dedim ben kararsızız diye ama.

Kendimizi İran yaptık, Malezya yaptık. Ben yarın kendimizi Papua Yeni Gine yapacağım. Gündem dolsun, nedir yani? Her hafta farklı bir ülke olsak aslında işime de gelir. Gezmeme gerek kalmaz. Gezmek kaç para haberiniz var mı? Eğer Türkiye yarın Fransa öbür gün de İtalya olsa Avrupa Birliği sürecini bile durdururum. Gerek kalmaz çaresiz çırpınışlara. Tabii düşünmek lazım, Eiffel Kulesi ve Pisa Kulesi gibi yapıların Türkiye’de olmayışı yine bir krizi beraberinde getirir.

Buna kızan ve Türkiye olma kararı alan Fransa ve İtalya gibi ülkeler tası tarağı toplar, hakiki Fransa ve İtalya’ya geri döner. Türkiye çöl gibi kalır ortada, çırılçıplak. Kendinden olan her şeyi verdiğinden kimliğini kaybetmiştir.

Türkiye böyle de çöl olur. Hayrettin Karaca’nın yıllardır gözler önüne serdiği “Türkiye’nin çöl olacağı gerçeği” böyle de olur.

Ama biz karar vermişiz, Türkiye’yi çöl yapmaya, Malezya yapmaya, İran yapmaya…

Şimdi sorsalar “Siz ne olacaksınız?” diye, önce bir düşünürüm. Kimse darılıp gücenmesin ama derim ki “Bizden cacık olmaz, hıyar bile olamayız, cacığa dolamayız”.

BİLGEHAN ANIL

2 Şubat 2008 Cumartesi

karikatür- büyük bir hayvan kitlesi

karikatür- martılara simit atanlar

















Dındik Dergisi'nde yayınlanan ilk karikatürümdü. (aralık 2007)

15 Ocak 2008 Salı

ÖNEMSİZ DETAYLAR VE BEN...

Tuvalet kimya kültürünü arttıran bir mekândır. Deterjan kimyasını... Her tuvalete gittiğimde elime farklı bir deterjanı alırım; arkasını okurum. Hatta bir de calgon varsa coğrafya kültürüm de artar. Neden mi? calgon deterjanlarının arkasında hangi yörenin sularının ne kadar kireçli olduğunu gösteren Türkiye haritası var. Bursa’nın suları orta derecede kireçliymiş; üç kaşık calgon yeterli...

Elim kolum hiç rahat durmaz. Sigara aldığımda hemen jelâtinini çıkarmaya çalışırım; çıkardığımda içimi büyük bir huzur kaplar. Ancak jelâtinin dışarıda olması ve sigara paketinin de jelâtinsiz bir şekilde mat görünüşü beni tekrar huzursuz yapar. Jelâtini pakete geçirmeye çalışırım, beceremem. Huzursuzluk yerini strese bırakır... Sinir, cinnet. Buradan benim sürekli huzursuz olduğum gerçeğine ulaşabiliriz.

İnsanlar toplu taşıma araçlarına bindiklerinde her yanlarını sahiplenme duygusu sarar; kaplar. Kaplan... Ama öyle bir sahiplenme duygusu ki! Otobüs henüz durakta; hareket etmiyor. Ama insanlarımız otobüse binmiş, oturan yolcu adedi 38, ayakta yolcu adedi 60; yani otobüste 98 kişi var. Hepsi bir yeri tutmuş, tutunmuş. Hiç bırakmamacasına tutuyorlar. Hâlbuki otobüs duruyor. Her gittiğimiz yere bağlanırız böyle biz. Kimisi koltuk sevdalısı olur böyle, kimisi de tutunma sevdalısı; demirleri tutuyorlar.
Yeni alınmış ayakkabının altındaki sökülmemiş etiket hep ilgimi çeker; birinin ayakkabısı parlaklığıyla yeni olduğunu belli ediyorsa ne yapar eder "etiketi sökmüş mü sökmemiş mi" anlamaya çalışırım. Önümde o kişi yürürken önümdekinin ayaklarına dalarım. Fetişist, sapık sanırlar sonra...

Yeni aldığım ceketin cebinden ufak bir paket çıktı. Rutubet önleyici kapsülleri içeren paket… Üzerinde de
"yemeyiniz-don't eat" yazıyor. Evet, ben o kadar salağım ki, mağazadan aldığım ceketin cebinden çıkan her şeyi hediye sanıp yerim. Hatta geçen gün; ceketin paketteki yedek kol düğmelerini yedim. Üstünde uyarı yoktu, ondan yedim. İnsan yazar "don't eat" diye... Pis herifler!

Küçükken ekmek çizgisi takıntılıydım ben. Ekmeğin ortasındaki yarık çizgiyi kemirirdim, emerdim. Ekmekle de oyun olmaz ama hastalıktı bu da.

Bilgisayarım son model; işlemcisi epey bir çekirdekli, dallı budaklı. DVD yazıcısı katmanlı katmerli... O derece. Ama ben bundan memnun değilim, neden mi? o kadar hızlı çalışıyor ki, bilgisayarım açılırken o geçen hızlı saniyelerde, siyah ekranda neler yazdığını okuyamıyorum, zorluyorum yine olmuyor. Nasıl bir ukte kaldı içimde anlatamam...

TERSİM PİSTİR... SABRIMI ZORLAMAYIN!

Oranın sıcağı kötüdür,pistir. Oranın soğuğunda aman dikkat et, adamı çarpar. O da bir şey mi sen bir de buranın soğuğunu gör, ürpertir adamı! Hayır, bizim oralar daha soğuk! Ulan yettiniz be! yıllarım bu cümleleri duymakla geçti, nereye gitsem aynı sözler. Bursaya giderim, derim ki "bursa soğuktur, palto alayım" . Karşıdan cevap hazır: "sen istanbul'u gör,deniz kenarı bir de,dışarı çıkamazsın". Bir şey söylenmez ona, sonraları küresel ısınma gelir; hava durumuna bakarım, Bursa 41 derece, nem oranı yüzde 40. sıcaktan yakınırım; cevap yine hazır: "ohoo sen ona bir şey mi diyosun, gel bir de burayı gör". dediği yerde hava sıcaklığı 33 derece olmasına rağmen orada her zaman nem oranı daha fazlaymış. En sıcak onların, en soğuk onların. Peki peki anladık. alın soğuk da sıcak da sizin olsun!

Tekerleme raconuyla büyüdük biz. Tekerleme bilmezsek cahil gözüyle bakılırdı bize. Salak mıydık ne? Anlamsız anlamsız sözlerdi hepsi de. İki kişi aynı anda aynı kelimeyi telafuz ettiğinde ileri atılıp
"cipsi kola" veya "özel cips kola" demezsen olmaz. Ne söyleyeceğin coğrafi koşullara göre değişiklik gösteriyor tabi. O değil de, özel cips kola nedir ulan? Hiç de sorgulamamışım yıllarca. Hadi onu geçtim tekerlemelere ne demeli? İlk kim yazmış merak ederim. bir tanesi şu şekildeydi: "Tom ve jerry,dispanseri,verem do,verem si,oo pepsi." konudan konuya atlamanın en büyük örneğiydi bu tekerleme. bir de "yes-no" cevabı verdiren tekerlemeler vardı, yes dersen "va-ni-kes" ile sıran üç sıra kayar; no dersen "en-no" ile sıran iki sıra kayar. dilimiz bile gelişmiş tekerleme ile teker teker.

Fight clubber'lık bir felsefedir. Tek model takılacaksın. Şekilcilik gibi gözükse de önce görünümüne özen gösterip clubber giysileri giyeceksin; inci küpeni ve üstten sivri saç modelini kafandan eksik etmeyeceksin. V yakalı, ama kocaman bir v yakası olan bir badi giyip gideceksin club ortamına; geldin işin fight kısmına, karıştır ortalığı, yakıp yık. Vandal felsefe. Tabi bunlar sana yol su elektrik olarak geri gelecek. Önce bardan tekme tokat yola atılacaksın, sonra üstüne bir kova su döküldükten sonra en yakın karakolda elektrikli sandalyeye oturacaksın.

İsanların "benim küçük sevgilim" diye hitap ettiği sevgilileri olduğu gibi "benim kütük sevgilim" diye hitap etmesi gereken sevgilileri de vardır, olacaktır, olmalıdır.

Kadir Çelik'in sunduğu objektif isimli program objektif olmaktan oldukça uzak, izleyin, görün, küfür edin. tulumuna göre tarafsız medya.

Afrika sıcaklarının ortalığı kavurduğu şu günlerde basın mensupları "sıcaklarla aranız nasıl" sorusunu acaba insanları daha fazla bunaltmak için mi soruyor? Yoksa sadistler mi? Gidin daha güzel soru bulun.

Küresel ısınma bitsin, hepsi bitecek...

HAYATA BİRAZ AKICILIK...

Hayatın dönüm noktasını oluşturan aktif ve pasif unsurlar vardır. Unsur dediysem de siyasi kavram gibi falan algılamayın. olay gibi bir şey işte. Pasif unsur deyince başınıza gelip hayatınızı bir anda değiştiren olaylardan bahsediyorum. Çevre faktörleri yani. Aktif unsur deyince de sizin hayatınızı değiştirmek isteyip bir şeyler yapmanızdan bahsediyorum. Bizim için önemli olan, çaba gerektirenler zaten hep aktif unsurlardır.

Dersiniz ya hani; "tamam abi, bugünden itibaren hayatımda değişikliğe gidiyorum" diye. Gerçi bu sözü söyleyip de hayatında değişiklik yapmayı başaranını henüz göremedim ama böyle dönüm noktası yaratma çabası içine ben de çok kez girdim.

Hayatın monoton akışı beni bu değişikliği yapmaya itti ki farklı bir şeyler yapma çabası içine girdim.

Çatıya hep anteni düzeltmek için çıkacak değildim ya. Bu sefer çıktım; kıçımdaki pijamayı çıkarttım, çatıdaki antene bağladım. Rüzgarda dalgalanışını izledim. Bayrak gibiydi bacakları. O huzurla gevşemişken kıçımdaki puanlı boxer donumla çatıdan aşağı yuvarlandım. Hayat bayağı farklılaşmıştı. yani akıcı bile olmuştu belki gözümde.

Ama sonrası hastanede iki ay monotonlukla geçti o ayrı... O iki ayın monotonluğunu bile atlattım aktivitelerimle.

Hayatım hareketlensin diye istanbul'a gittim. Hani kozmikpolik bir şehir ya. Ben de iç çektim. hayatım farklı olsun diye Ortaköy'de gözlerimi faltaşı gibi açıp istanbulu dinledim. Hep gözlerimi kapayıp dinleyecek değilim ya.

Ha farklılık olsun diye kulaklarımı da kapatır dinlerdim, o ayrı. Sesleri hayal etsem yeter.

Bu akıcılıklar bana bir süre yetmiş gibi gözükse de hep daha fazlasını istedim. O çatıdaki pijamalı anteni aldım, hem de düşmeden. Önce everest'e diktim o anteni. sonra kesmedi aya ilk giden astronota verdim aya diksin diye.

Hazır everest'e çıkmışken zirvedeyken bırakmalı diye düşündüm... Bıraktım bu akıcılığı. Monoton hayatıma geri döndüm...

YILDIZ FALI İLE AB'YE GİRMEK

Kişilerin birbirleriyle uyum sağlaması tamamen burçların uyumuna bağlı diyenler var. Ha tamam. Uyumlu olmak burçlara bağlı olabilir. Ben burçlara göre bir Avrupa birliği uyum paketi oluşturulması taraftarıyım. Astrolojik yıldız falımıza baksınlar. Eğer astrolojik açıdan Avrupa birliği'ne uymuyorsak uğraşmayalım arkadaş.

Türkiye’nin yükseleni nedir ki?

"i am şakır şakır ingiliş(english)" diyenlere inat: i am çakır çakır keyif!

Sistemli çalışmaların hepsi aslında birer "sitemli çalışma"dır. Düşünün şimdi; "sistemli çalışıyorum" deyip her gün bilmem kaç soru çözen; masa başında kendini yıpratan onca ders çalışan öğrenci sitem etmesin de ne yapsın?

O kadar kusur kadı kızında olsa da; onun kadar huzur kadın kızında da olur, kupa kızında da...

Yandı dertler gitti yasa, kurban olayım bu gammaza!

Gammazlara gambaz denseydi, diye düşünüyorum.

Şimdi durup dururken aklıma Cat Stevens geldi.
"vay darbandii, uyuyon mu hala? neden uyuyon? film oldun film" diye çeviresim geldi en meşhur şarkısını... Açın bakın sözlerine kardeşim. Uğraştırmayın beni.

Basamakta durana sadece otomatik kapı çarpmaz. Manüel menteşeli kapılar da çarpabilir. Hatta parmak kıstırmada üstlerine yoktur. Ben yaşadım. Her menteşeli kapıya sahip minibüsün kapısına yazmalılar: "basamakta durmayın, eliniz sıkışır" diye...

Herkes billboardlardaki hatunları erkekleri istiyor kendine, deli gibi aşıklar onlara... ben billboardlardaki belediye reklamlarında "belediye başkanımız sorunlarımızı çözdü" diyen teyzeleri istiyorum. Ama öyle duygusal değil. Yüzleşeyim hepsiyle, sorayım hepsine birer birer: "gerçekten çözdü mü başkan sorunlarınızı" diye... Çözdüyse kendimi teslim edeyim hepsine. Çözmediyse belediye başkanına götürün beni.

Bir dakika? Getirdiniz beni belediye başkanına kadar... Kapıda bir de arama mı yapacaksınız? Tamam, tekrar geri götürün beni! İstemiyorum arama falan... Ah! Ah! tamam vurmayın.. Arayın... Tamam, ben kendim giderim...

YAYVAN GÖNÜLLÜLÜK...

Hz. Mevlana’nın "Ne olursan ol gel" demesi "ne olursun gel" demek gibi ısrarcı bir yaklaşım olsa gerek. Eşitlikten yana, ısrarcı bir yaklaşım. ha buna rağmen "Mevlana beni görse, sen gelme derdi" veya "Gelmiyorum ya Mevlana" diyenler var. Kendileri düşünsünler...

"Eskiden nasıl eğlenirdiniz" diye soranları kınarım. 1990 senesinde biz "pazar 89" serisi ile başlayan programın sunucusu Mustafa Yolaşan'ın bıyıklarını sayardık. Tek kanal, tek program, 124672 adet bıyık!

Televizyon yoksa "isim şehir hayvan bitki" oynardık. Nedir yani? Ama o oyun da sıkardı. Sapıtırdık. Neler yazmazdık ki o oyunda? İsim: gudurbet, kudurhan; şehir: jebe; bitki: kelej... Oyunun sonundaki şımarmalarımız Öztürk Serengil olmaya kadar varırdı. Mangırej!

Benden habersiz Nejat işler!

"Blues brothers" olsa olsa Şirinler'dir. Mavi mavi biraderler...

Ayran gönüllü insan olur da yayvan gönüllü insan olmaz mı?

Her hükümet döneminde koltuk sevdası adına siyasi görüşü değişen müdürler, yöneticiler aslında geniş görüşlü insanlar! Her devrin adamı da olsalar; her görüşe açıklar. Neden eleştiriyoruz ki? Değil mi ama?

Benden kaçma, benden kaçma, benden kaçma! Sevemem ben hiç kimseyi!

Ben edebiyat parçalamam; edebiyatçı parçalarım! Boş konuşup, laf salatası yapıp, hiç bir şey anlatamayan edebiyatçıyı parçalarım. Eşe dosta dağıtırım.

"Lern mit uns" isimli Almanca kitabını seven yoktur. Milli Eğitim Bakanlığı'nın yazdığı bu kitap ortaokul çağındaki çocukları embesil yerine koyardı. Hiç unutmam, orada "sabi" isimli bir robot vardı. Yedikleri yemekler arasında "satz salad"(cümle salatası) vardı. Laf salatası gibi ulan aynı! Hayır, yani insanı yeni bir dil öğrenmekten soğutan bu kitap ne Allah aşkına? Şaka gibi...

Siz siz olun herhangi bir gsm operatörünün müşteri hizmetlerindeki adama bedava mesajdan "beleş mesaj" diye bahsetmeyin. "Beleş" kelimesi karşı tarafta bir duraksama yarattığı gibi sizde de bir laçkalık hissi uyandırır.

His uyanması; hislerin uyuması... Hissizlik ve sonrasında uyuşma!

HÜZÜN RAKISI

Bu akşam üzümleri evde bıraktım. Var mı diyeceğiniz?

O yüzden üzüm rakısı yerine hüzün rakısı içiyorum. Buna da bir şey söylerseniz gidin buradan.

"Salkım Hanım" diyerek bir salkım hanım üzüme doğrudan dişi yakıştırması yapanlar kimlerdir hep merak ediyorum. Hayır, yani üzümde bir efemine yaklaşım varsa üzümün dalı erkektir o zaman arkadaşım. Salkım hanım ve Dal Bey.

"Doğa ana doğa ana" diye diye yıllarca şefkatli bir yüz bekledim, yıllar sonra karşıma çıka çıka Biri Bizi Gözetliyor'da Doğa Bey çıktı...

Ne olurdu biri de doğa bey'i eleseydi Biri Bizi Gözetliyor'dan? Hatta Türkiye’den elenseydi...

Elense!

Doğa Bey'e elense çekmektir tek dileğim, belki canlanır hıyarto!

Beni omuzlarınızın üzerine yatay olarak alın ilerletin, elimdeki ufak kamera ile Jimmy jib olayım.

Siz de ev telefonu, cep telefonu, kapı zili ve kalın bağırsakları aynı anda çalışanlardansınız. Biliyorum, benden kaçamazsınız. Şimdi zilinize basacağım, telefonlarınızı çaldıracağım... Bir de bağırsaklarınız çalışsın size müshil.

Müshilleme.

Kardan madam.

Ha Gülşen Bubikoğlu'nun Bubik'i ha Burhan Çaçan'ın çaçması. İkisi de benim gözümde eşdeğer.

Hasan kel değişme özelliği olan bir denklemdir.

BİRİLERİ BİR YERLERDE BİR ŞEYLER ANLATIYOR

Birileri bir yerlerde, cümlesine "Düşünsene şöyle olurmuş falan..." ile başlıyorsa anlayın ki oralarda fazlaca geyik vardır. Sola doğru geyiği göreceksiniz, sakın şaşırmayın hatta. Zaten her yerde birileri birine bir şey anlatıyor...

Eğer birileri bir yerlerde birilerine "Kız bak sana birşey söyliyim mi" diyorsa anlayın ki iki anne o an çocuklarının durumlarını irdeliyordur. Emin olun ki, o annelerden bir tanesi fazlaca bilgiçlik taslayan bir anne, diğeri de tavsiyelere açık bir annedir. Hatta emin olun ki; bu durumlarda tavsiye dinleyici annenin çocuğu hep mağdur olur.

Kendimden bilirim, çocukluk yıllarım kara kutu atarilerin çağıydı. Atari manyağıydık biz de herkes gibi ve bizim de tavsiye manyağı bir komşu teyzemiz vardı. Sürekli tavsiye verirdi. Karışırdı. Ne zaman bize gelse "Kız ben sana bişey söyliyim mi" ile başlardı cümleye… Akabinde atari yasaklanırdı evde. Meğer atarinin zararlarını anlatıyormuş anneme...

"Az gelebilir misin bizimle; seninle bir şey konuşacağız" ile başlayan diyalogların içinde de bulundum. Hiç de bir şey konuşmadılar. Dayağa başlama cümlesiydi onlarınki. Kolumdan tuttular, dostane bir şekilde mezarlık arkalarına falan götürüp, tartakladılar, dövdüler...
Sırf beni değil, her yerde durum böyleydi...

Birileri bir yokuşun en aşağısında "baba naber ya" deyip sizi kolunuzdan tutuyorsa yokuş boyunca rehin alındınız demektir... Boş konuşur bunlar.

Eğer ki birileri "Basamakta durmayın, otomatik kapı çarpar" yazısını okuyacak kadar daralmışsa, emin olun o biri kesinlikle kalabalıktan basamakta duruyordur. Bakacak tek nokta otomatik kapının üstü olduğu için mecburen o yazıyı okuyordur.

Eğer ki birileri "Abi yeter artık, hayatımda değişikliğe gidiyorum artık" diyorsa anlayın ki o birileri hayatının en monoton dönemine başlamıştır o cümle ile. Geçmiş olsun demek gerekir onlara.

O birileri sürekli konuşacağına gelsin alsın beni buradan...

HENDEK...

Şeker Bayramı'nın kasıma denk gelişi üzerine o kasım ayına "Sweet November" diyenlerdenseniz bendesiniz. Hepinize benden şeker! Bayramda aşk başkadır, değil mi?

Siz de şeker bayramı dememe kızıyorsanız ve ısrarla "şuna ramazan bayramı de" diyenlerdenseniz ben kaçıyorum.

Kabızlığı komplike hala getiren insanlardan mısınız siz de? Benim vardı böyle bir arkadaşım. Aman yarabbi. Ne diyaloglar!

-Bunu yapmalıyım...
-Hayır...
-Evet yapmalıyım, deneyeceğim!
-Olamaz!
-Bu kakayı yapacağım! Bana engel olamazsın...

Nitekim uğraştı, yapamadı kakasını. Sezaryenle aldırmayı düşündü. Kendisini epeydir görmedim. Kakası büyümüştür şimdiye.

Zebra, pijamalı at değil; hapishane kaçkını attır. Hatta hipodromdan kaçmış bir attır. Lama ise her zaman birine benzetilendir!

Lamaya "boynun neden eğri" demişler, "birine benzettiniz galiba" demiş.

Lamanın tükürüğünü karşı hendeğe atlatmak deveye hendek atlamaktan daha zordur. Bu arada fillerin, ineklerin ve zürafaların da hendek atlamadığını görmüş biri olarak herkesi kınıyorum.

Hendeklere en kolay atlayan hayvanların ise koyunlar olduğu kanaatindeyim. Biri atlasa hepsi o hendekte. O koyunlar kanyon bile atlıyor...

Nazo gelin kafasına takar! Ne düşünüyorsa artık?

Seke seke çaydan geçen ceylanların bileğine halhal takarsam rüşvet olur… Hendek atlar hepsi...

Ne hendekmiş be!

MOR VE ÖTESİ Mİ MFÖ MÜ?

Mfö ile Mor ve Ötesi müzik dünyasının birbirine en ters grupları. Bir arada sahneye çıksalar gitarları birbirlerinin kafalarında kırarlar. Ne bu çelişki, ne bu tezatlık? Mfö "en tatlı sabahlar çokokrem'le başlar" diyor, hem de ağız suyu akıta akıta... Mor ve ötesi ise "güne kahveyle başladım, ağzım kuru zihnim açık" diyor. birine çokokrem, birine kahve… Biri sulu, biri kuru.

Kelebek bıçak çekip zeminde topuklarıyla sekiz çizerek hareket eden bıçkın delikanlı gibisi olsa olsa nazo gibisidir.

Zevk nakli sonucu, zevksizlerin birinde zevk uyuşmazlığı görüldü. hiçbir haltı beğenmiyor.

"Verdim gitti" diyen nikâh memurları da olsun.

çok enerji veren at amblemli Ferrari’leri doping kullanıyor diye trafikten men etsinler.

Tapu kadastro'da kadrolaşmanın doruk noktası: "tapu kadrostro"

Fidel kadastro.

"Abla teker dönüyor" dendiğinde o ablaların tekere baktığı an harbi harbi tekerleri dönsün, kovalasın her şeyi.

Tele vole tarzı magazin programlarının dış sesleri öyle dış ses olmalı ki, sınır dışı... Kapsama alanı dışı falan bir ses olmalı ki duyamayalım o sesleri. Yeter be! Ne tırtsınız.

On kilo pamuk dükkânı mı daha sıkıcıdır? Yoksa on kilo demir kaynak atölyesi mi?

kafaların bi milyon olması enflasyona göre artık değişkenlik gösterebilecekmiş. Hatta altı sıfır da atacakmışız artık. Şu an kafam sadece "bir". Hiç hoş değil.

"Git getir Bobi" ile "basamakta durmayın otomatik kapı çarpar" cümlesi arasında kalıplaşma açısından hiçbir fark yok...

SİZ DE BENDENSİNİZ!

Herkesin birçok konuda benimle aynı görüşü paylaştığını sanan bir safım ben. Herkesin benim gibi saf olduğunu sanıyorum. Siz de mi safsınız?

Siz de diş hekiminizin bekleme salonunda keşif, gezi, bilim dergisi okuyarak kültürünüzü mü arttırdığınızı sanıyorsunuz benim gibi? Oysa birazdan dişinizi oyacaklar! İçine artık mavimsi grimsi amalgamı basacaklar. Bluetooth teknolojili bir ağza sahip olacaksınız. Sizin ne vardı? Dolgu mu?

Siz de Fender gitarlarının bir "lü" tonu olduğunu mu sanıyorsunuz? "lü" sesi artık hangi manyetikle alakalı ise bilemem de bence bu "lü" yü duyanlar var.

Siz de Aile Şerefi filmini yüz kez izleyip Şevket Altuğ'u seslendiren sesin kim olduğunu mu merak ediyorsunuz? Hatta o filmde şevket Altuğ iyi kalpli olmasına rağmen sesin kötü bir ses olmasını, kötü adam sesi olmasının özel bir nedeni olabileceğini mi düşünüyorsunuz?

Siz de Hababam Sınıfı filminde İnek Şaban'a gönderilen devasa tereyağını elbise dolabında neden sakladığını merak ediyorsunuz? Hatta onun gerçekten tereyağı olduğundan şüphe ediyor musunuz?

Siz de Çekoslovakyalılaştıramadıklarımdan mısınız?

Siz kim oluyorsunuz? Gerçekten siz de sizin kim olduğunuzu merak ediyor musunuz?

Siz de amma safsınız.

Sizi seviyorum.

14 Ocak 2008 Pazartesi

STREET FIGHTER'A EN SON NE OLDU?

Bugün elimde son kalan jetonla kendimi Street Fighter denen atari oyununun içinde buluyorum. Benim onlar gibi özel güçlerim yok, aduketmiş, foryukenmiş... Yok onlar. Ancak küfür edip kaçarım ben. Ya da kavgalara seyirci olurum; "round one, fight" derim.

Mr.bison da asker kıyafeti giydim diye kendini harbici asker sanıyor. "Dikkaaaayt" deyip tüm Street Fighter karakterlerini sıraya sokuyor. Ego tatmini yahu, başka bir şey değil. Herkes itaatkâr değil ama. Ryu ve Ken asi. Diğerleri hazır ol vaziyetinde kıpırdamadan put gibi duruyor. Put gibi durmalarından mütevellit Guile'ın (hani şu amerikan askeri kılıklı atletli) sırtı kaşınıyor. Terliyor ama hazır ol vaziyetini bozmuyor kesinlikle... İşte disiplin. Ya kaşıntı?

İşte o an Guile, karşıdaki Vega ile bakışıyor. Elinde çatalıyla Vega ona yardıma yetişecek tek kişi. hemen koşuyor, bölüğün arkasına geçip elindeki çatalla Guile'ın sırtını kaşıyor. Gitti disiplin... Ortalık karışıyor.

Asi Ryu ve Ken kavgaya giriyor, barışı getirmek için. Ama barış gelmiyor. Onun yerine sadece arkadaki dükkânda Barış Manço'nun "arkadaşım eşek" i çalıyor. Yazık Ryu ve Ken'e.

Chun-li ise o esnada batı çevre yolu'nda. Mini eteğiyle cezp edici bir görüntüsü var. "yep yep" hareketiyle bacağını sallayarak kendini bir atari jetonuna çevre yolundan geçen kamyon şoförlerine pazarlıyor. Bazı kamyon şoförleri perfect bile yapabiliyorlar tek jetona.

Blanca ise kasap blanca isimli kasap dükkânını açıp hayatını kazanıyor, elektriğini tamamen kendisi sağlıyor. Honda'yı ise Blanca'nın dükkânından et alırken görüyorum. Halbuki onca şişmanlık, kollesterol... Dikkat etmesi lazım kendine.

Zangief Street Fighter'dan istifa etmiş. Flaş Tivi'deki amerikan güreşlerinde tepiniyor.

Dhalsim yamyamlıkta son nokta. nakavt olan oyuncuları yiyor. Hatta Blanca'nın dükkânındaki etlerin blanca'ya dhalsim tarafından satıldığına dair söylentiler var. Yani o etler dana falan değil, hepsi de karakter onların. belki de bahsetmediğim oyuncular. Halbuki o oyunc...

Jeton bitti.

LAB DEMEDEN LABARATUARI ANLAMAK

Lab demeden laboratuarı anlayabilen bir milletiz. kimisi öyle abartmış ki hatta; lab demeden balon joje, bek alevi, beher glas'ı anlayabilecek derecede aşmış. Aşmış kudurmuştan beter. Yani leblebi devri çok gerilerde kalmış.

Şimdi leblebi ile tek yapılan hesap makinesini ters çevirip, ekrana "leblebi" yazmak. Hesap makinelerinin teknolojisi gelişmiş yani. Eğer hesap makinesinin ekranına "laboratuar" yazabilecek kadar gelişmiş bir teknolojiye sahip olsaydık şimdiye mars'taydık. Bizim amcaoğlu da şimdiye atom mühendisiydi.

Aman aman iyi olsunlar. Better olsunlar.

Feysbuk'tan içime ne kadar gına gelse de feysbukla ilgili konuşmaya yazmaya devam ediyorum. Bu ne çelişkidir. Bir mesaj geldi; falanca sizi "top friends"ine ekledi diye. Yanına da not düşmüş; "Popülariteniz gün geçtikçe artıyor." vay anasını. Nasıl ünlü oluyorum anlatamam. haa hatta; alt satırda da yazmış "girin ve ne kadar popüler olduğunuzu görün"
ne görecem. şeytan görsün yüzlerini...

Buradan onların hepsine feysbukça bir cevap yolluyorum: osmanlı pokesi.

Sanal elim sende: pokem sende.

Poker de bu poke'leri çok sevenlerin oyunu. Açık ise pokem on. Fark ettim de feysbuk ruh halimi bozmuş. Yani yolladığı sanal mezeler bozuk adamların. Gerçek olsa midem bozulurdu. Ancak ruh halini bozar bu mezeler insanın.

sanal dedim de, eskiden bir sanal hayvan, kimine göre sanal bebek furyası vardı. Herkesin elinde onlardan bir adet… ben de aldım sanal hayvanımı. Eksik kalır mıyım? Camış mıyım ben? Soruyorum tüm arkadaşlarıma, adamlar besliyor sanal hayvanı. Sanal mezelerle. her günü bir yaş olmak üzere on beş gün yaşıyor hayvanları.

Ya benimki? Yeni yaşına ben gece uyurken giriyor, üstüne bir de gece yemeğinin üstüne kaka yapıyor, uyurken temizleyemiyorum; bir daha yapıyor, sonra bir daha... Üzerine bokundan hastalanıyor hayvan. Sabah bir kalkıyorum ki ölmüş. Yan yana üç adet bok resmi, bir adet kuru kafa ve bir adet mezar resmi. Yani bu şu demek: "hayvan üç kere altına yapmış, temizlenmediği için hastalanmış ve ölmüş" yani gerçek hayatta olsa ben ona bokunda boğulup ölmek derdim. altına her zıçan ölseydi şimdiye..

O sanal hayvanın sanallığını kardeşim gerçek muslukta yıkayarak yok edip gerçekliğe taşıdı. Harbici öldü ondan sonra da. Ama sevinmiştim. herkesinki on beş gün yaşar, benimki bir gün...

Bir de sürekli osuran bir hayvan olarak "salan hayvan" var.

BEN DERT ALMAM DERT VERİRİM!

"Orada bir köy var uzakta" şarkısına yıllardır kendini vermiş insanlara şarkıyı öğrendiğimden beri kılım. Orada, uzakta bir köyleri olduğunu biliyorlar. "görmesek de" deseler de hepsi de görünen köyün kılavuz istemediğini biliyorlar. Ama "görmesek de" diyerek benim sinirlerimi germeyi çok iyi biliyorlar. Her haltı beceriyorlar o ağızlarında geveledikleri köylerine bir türlü gidemiyorlar.

O söyledikleri şarkıları dizsem peş peşe, buradan köye yol olurdu.

"Losing my religion" isimli şarkının Türkçeye çevirisi olsa olsa "Adamı dinden imandan çıkarmayın ulan"’dır.

Ben dert almam, dert veririm.

Yaşama, çürütme, yergi...

Facebook'taki süperwall ve funwall uygulamaları tuvalet duvarları gibi. Her türlü espri, resim, gündem konusu... Her şey orada… Bir birlerine tehdit mesajları yazanlar da orada. Takımını destekleyip "en büyük bilmem kim" diyen de orada... Her şer var orada!

Kimi sokaklarda fink atar, kimi barlarda "funk" atar...

Balık hafize.

Bir zamanlar uçakta çekilen bir şampuan reklâm filmi vardı. Uçağın tuvaletinde saçını yıkadıkça inleyen bir bayan ve içeride hostesi çağırıp "ben de o şampuandan istiyorum" diyen teyzeyi içeren reklâm... Ben de onlar ne içtiyse aynısını istiyorum. Yok arkadaş! Hani gördüm şu zamana kadar başını şampuanlayıp kendinden geçenleri de, bu kadarı da fazlaydı...

Fatih akın "im juli" filmini kasım'da çekseydi nasıl olurdu ki? Muhtemelen Kasım isimli abimiz bir kıza âşık olurdu; filmin ismi "kasımda" olurdu zaten. Sonra Kasım kıza derdi: "balkanlar üzerinden gelen soğuk hava kütlesi ile Türkiye’ye geç"... kasım... Aylardan biri gibi...

SONBAHARDAN NEFRET ETMEK

Sevmiyorum sonbaharı... Kimse kızmasın, gücenmesin; sevmiyorum. İki tarafı ağaçlıklı bir yolda yürürken sararmış yaprakların dökülmesi, uçuşması etkilemiyor beni. o yapraklara bakıp hayal kurmuyorum. Birinden ayrıldığımda da sonbahara bakıp hayal kuramıyorum.

Sabah uyandığımda duyduğum kuş cıvıltıları gibisi yok, yapraklar sararmış dahi olsa, hava güzel, güneşli. Üstüme bir hırka alsam yeter. Evden çıkıyorum ki, hırkaya bile gerek yok. Amma terliyorum. Terledikçe etrafımda mutlu çiftleri görüyorum. Ah çekiyorum. Bazı ağaç altlarında oturan mutlu çiftleri görüyorum bu sefer de. Yine ah çekerken, burnuma toz kaçıyor; hani sonbahar ya... Ondan!

Çok terlemişim, hava da esmeye başlamış. Ter üstümde kuruyor. Hırkamı üstüme alıyorum ama fayda etmiyor, rüzgâr üşütüyor. Sırtım yapış yapış... Bir de o halde belediye otobüsüne binmek zorundayım. Terliyim, pis görünüyorum ya, bu sefer de otobüsteki mutlu çiftler bana aşağılayıcı bakışlar atıyor. Ah çekmiyorum; ayakta durduğum yerden uzanıp camı açıyorum. Hani sonbahar, hava da rüzgârlı ya, arkadan kızın biri "aşkım ne çok esti ya" diyor ve sevgilisi bana "kardeşim camı kapatır mısın, çok esti". Ah da çekmiyorum, pof da çekmiyorum bana da esiyor, iniyorum otobüsten. Hava dengesiz, hani sonbahar ya... Bir anda etrafı kaplayan karabulutlar rüzgâra eşlik ediyor.

Belli ki, havanın durumunu önceden kestirenler var... Ya da sonbaharın kalleşliğini bilenler. Ellerinde şemsiyeyle dolaşan insanlar onlar. Meydanda banklarda simit yiyenler, deniz kenarını seyredenler var. Ama hiç biri tek değil.
Çift bunlar çift. Rüzgar bile etkilemiyor onları ve ben bunları düşünürken ani bir yağmur bastırıyor. Şemsiyesizim, sırtımda kuruyan ter bu sefer yerini yağmurun ıslaklığına bırakıyor. Koşuyor da koşuyorum. Şemsiyesini ortak kullananlara, bir montu ortak kullananlara kızıyorum koşarken, ıslanmıyor onlar.

Eve ulaşıyorum, ev sıcak ama ben çok koşmuşum. bir hapşırık krizi, ani baş ağrısı saplanması, öksürük ve burun akması...

Sonbahar mı? Aşk mı? Hadi lan oradan!

PLANLAR VE HÜSRANLAR

Aksaklıklar sonucu planların uygulamaya girememesinden kaynaklanan olaydır.

Resmi kaynaklara göre bu gidişin gidiş olmadığını söyleyenler mevcut olsa da bana göre gayet güzel olan bir gidiştir. bu yol nereye gidiyor diyenlere "hoşuma gidiyor" derim. Ben gayri resmi bir insanım.

4 yılda okulu bitiricem? Bitirildi mi? hayır, hala sürüyor.

İnterrail ile gideceğim Avrupa’ya da, gezeceğim? Gidildi mi? Hayır, istekler sürse de Ege'ye tatile bile gidilemedi. Yıllardır...

Kısa film çekeceğim? Hadi ordan...

Uzun film? yavaş....

Yazılarımı falanca gazetesine yollayacağım? Yollanamadı...

Bu ay şu kadar karikatür çizeceğim? Mürekkep bitti bahanesi ile çizilemedi...

Ders bırakmayacağım! Anlamadım? Duyamadım?

Köpeği alayım da bir sahilde gezdireyim yarın? Hayvancağız hala bahçenin içinde koşuyor...

Kardeşimin matematik sorularını çözeyim? "sen sorularını bitir ben çözerim onları sana".

Projeye erken başlayacağım? Proje teslim edilemedi...

Final haftası gelmeden dersleri yarılamak lazım? Finallerin üç adedi şişti...

Bilgisayar aşırı yavaş çalışıyor; yarın yedekleyeyim de düzenleyeyim, format atarım? Bu program yanıt vermiyor...

Gördünüz mü?

HAYDARİ ASLINDA BİR MEZE DEĞİLDİR!

Odamdaki kalın, budaklı odunun üzerine "haydari" yazdım. Şimdi deseler ki kırk yıllık haydar neden haydari oldu diye, onlara derim ki, "haydar haydar". Sonra bana "hasta mısın birader" derler. Haydar haydar'ın üzerine "yandan yandan"'ı da eklemeden duramam. Sen duramazsın biz durur muyuz a be densiz? Üzerime bir saldırırlar. "haydari"yi yedirirler bir güzel. "haydari" mezeyken güzeldir ama odunvari iken hiç güzel değildir. Sakın tatmayın.

"Haydari" türü kalın adam dövme gereçleri ince olsa "limoni" olurdu.

Patinaj kelimesini "badanajşşhh" şeklinde kullanan insanları siz de biliyor musunuz? Onlar araçlarının patinaj yaptığını "badanajjşşh" şeklinde telaffuz ederken araçlarının yerden daha fazla toz kaldırdığını, çamur saçtığını düşünüyor belki de. Ama saçtıkları tek şey tükürük! "Gaza bir yüklendim araba badanajjşh çekhti" cümlesini duyan her insan iki litre tükürüğe maruz kalıyor, emin olun.

Bayramda altı ortak birleşip danaya girmek isteyip de danayı elinden otobana kaçıran insanların kendisi bizzat dana oluyor. Kurban bayramının tüm danaları olsam altışarlı gruplara bölünürüm. Sonra kurban sahiplerine altı dana olarak girerim. Kurban bayramında altı dana bir kurbancıya girdik...

Şimdi kurbancıdan çıktık. Senin yanına geliyoruz. Seni de döveceğiz.

Danaların dövmeye gittikleri kişi; kurban bayramında dört ortak bir iskambil destesini kesen bir grubun beyni.

Belediye otobüslerine öyle garip insanlar biniyor ki, yani insanları kategorize etmek değil ama o garip insanları yazılarıma malzeme etmeden yapamıyorum. Elinde çanta ile bir adam biniyor. Bana Fatih Sultan Mehmet Bulvarı'nı soruyor. Ben oraya geleceğimiz zaman ona haber vereceğimi söylüyorum. Sonra nasıl oluyorsa başka bir adam bu adamı konuşmasıyla esir alıyor. Allah’ım! Yani memleket meselelerinden küresel ısınmaya her türlü konuyu irdeliyor yeni adamımız. İşte diyaloglarından bir kesit; bana hak vereceksiniz siz de:

-Ben Fatih Sultan Mehmet Bulvarı'nda inecektim şu şapkalı arkadaş tarif etti gerçi de ben yine de size de sorayım dedim.(şapkalı arkadaş derken beni tarif ediyor)
-Tamam ben size söylerim; ne için gelmiştiniz?
-Bursa'ya doktor bir arkadaşımın yanına geldim, ben de doktorum.
-A ne güzel. Ben de doktor olmayı çok istemiştim, olmadı tabi.
-Olsun üzülmeyin.
-Şimdi üniversitelerde eğitim daha kolay, eskiden zordu. Şimdi herkes doktor da olabiliyor mühendis de!
-Heh heh(doktor arkadaş çok sıkılmış)
-Keşke üniversitelerimizde eğitim iyi olsa da gençlerimiz daha bilinçli olsa. Şimdi düşünüyorum da gençlerimizin yarısı bilinçsizce eğitim görüyor.
-Hıh hıh(sıkılmış ve terlemiş)
-yeğenim var benim bir tane; yüz kelime Almanca, yüz kelime İngilizce, yüz kelime de Türkçe konuşabiliyor.
-Hangi üniversitede?
-Beş yaşında daha...
-Heh heh pek güzel.
-Bu arada isminiz neydi? Onca yol geldik tanışamadık. Ben Ahmet.
-Ben de latif. Memnun oldum.
-Latif hocam kaç gün kalacaksınız Bursa’da? Görüşelim, kanım ısındı size çok... Bursa’yı gezdiririm size.
-Vallahi çok isterdim, iki gün kalacağım.(istemediği yüz ifadesinden son derece belli)
-bu arada geldik, inebilirsiniz... Görüşmek üzere latif hocam!

Aman Allah’ım! Bu Ahmet isimli kişi ne rehin bir adammış. Üniversite eğitiminden bilinçten bahsediyor, beş yaşında çocuğa geçiyor. Görüşelim diyor. Benim danalar'a söyleyeceğim, ona "haydari" götürsünler. En ekşisinden! Adam beni bir belediye otobüsünde nasıl gerdi anlatamam. Herkes doktor, mühendis ona göre. Hayat bu derece kolay. Hayvan herif! Sana "haydari" yi yedirmeye bizzat ben kendim geliyorum.