15 Ocak 2008 Salı

ÖNEMSİZ DETAYLAR VE BEN...

Tuvalet kimya kültürünü arttıran bir mekândır. Deterjan kimyasını... Her tuvalete gittiğimde elime farklı bir deterjanı alırım; arkasını okurum. Hatta bir de calgon varsa coğrafya kültürüm de artar. Neden mi? calgon deterjanlarının arkasında hangi yörenin sularının ne kadar kireçli olduğunu gösteren Türkiye haritası var. Bursa’nın suları orta derecede kireçliymiş; üç kaşık calgon yeterli...

Elim kolum hiç rahat durmaz. Sigara aldığımda hemen jelâtinini çıkarmaya çalışırım; çıkardığımda içimi büyük bir huzur kaplar. Ancak jelâtinin dışarıda olması ve sigara paketinin de jelâtinsiz bir şekilde mat görünüşü beni tekrar huzursuz yapar. Jelâtini pakete geçirmeye çalışırım, beceremem. Huzursuzluk yerini strese bırakır... Sinir, cinnet. Buradan benim sürekli huzursuz olduğum gerçeğine ulaşabiliriz.

İnsanlar toplu taşıma araçlarına bindiklerinde her yanlarını sahiplenme duygusu sarar; kaplar. Kaplan... Ama öyle bir sahiplenme duygusu ki! Otobüs henüz durakta; hareket etmiyor. Ama insanlarımız otobüse binmiş, oturan yolcu adedi 38, ayakta yolcu adedi 60; yani otobüste 98 kişi var. Hepsi bir yeri tutmuş, tutunmuş. Hiç bırakmamacasına tutuyorlar. Hâlbuki otobüs duruyor. Her gittiğimiz yere bağlanırız böyle biz. Kimisi koltuk sevdalısı olur böyle, kimisi de tutunma sevdalısı; demirleri tutuyorlar.
Yeni alınmış ayakkabının altındaki sökülmemiş etiket hep ilgimi çeker; birinin ayakkabısı parlaklığıyla yeni olduğunu belli ediyorsa ne yapar eder "etiketi sökmüş mü sökmemiş mi" anlamaya çalışırım. Önümde o kişi yürürken önümdekinin ayaklarına dalarım. Fetişist, sapık sanırlar sonra...

Yeni aldığım ceketin cebinden ufak bir paket çıktı. Rutubet önleyici kapsülleri içeren paket… Üzerinde de
"yemeyiniz-don't eat" yazıyor. Evet, ben o kadar salağım ki, mağazadan aldığım ceketin cebinden çıkan her şeyi hediye sanıp yerim. Hatta geçen gün; ceketin paketteki yedek kol düğmelerini yedim. Üstünde uyarı yoktu, ondan yedim. İnsan yazar "don't eat" diye... Pis herifler!

Küçükken ekmek çizgisi takıntılıydım ben. Ekmeğin ortasındaki yarık çizgiyi kemirirdim, emerdim. Ekmekle de oyun olmaz ama hastalıktı bu da.

Bilgisayarım son model; işlemcisi epey bir çekirdekli, dallı budaklı. DVD yazıcısı katmanlı katmerli... O derece. Ama ben bundan memnun değilim, neden mi? o kadar hızlı çalışıyor ki, bilgisayarım açılırken o geçen hızlı saniyelerde, siyah ekranda neler yazdığını okuyamıyorum, zorluyorum yine olmuyor. Nasıl bir ukte kaldı içimde anlatamam...

TERSİM PİSTİR... SABRIMI ZORLAMAYIN!

Oranın sıcağı kötüdür,pistir. Oranın soğuğunda aman dikkat et, adamı çarpar. O da bir şey mi sen bir de buranın soğuğunu gör, ürpertir adamı! Hayır, bizim oralar daha soğuk! Ulan yettiniz be! yıllarım bu cümleleri duymakla geçti, nereye gitsem aynı sözler. Bursaya giderim, derim ki "bursa soğuktur, palto alayım" . Karşıdan cevap hazır: "sen istanbul'u gör,deniz kenarı bir de,dışarı çıkamazsın". Bir şey söylenmez ona, sonraları küresel ısınma gelir; hava durumuna bakarım, Bursa 41 derece, nem oranı yüzde 40. sıcaktan yakınırım; cevap yine hazır: "ohoo sen ona bir şey mi diyosun, gel bir de burayı gör". dediği yerde hava sıcaklığı 33 derece olmasına rağmen orada her zaman nem oranı daha fazlaymış. En sıcak onların, en soğuk onların. Peki peki anladık. alın soğuk da sıcak da sizin olsun!

Tekerleme raconuyla büyüdük biz. Tekerleme bilmezsek cahil gözüyle bakılırdı bize. Salak mıydık ne? Anlamsız anlamsız sözlerdi hepsi de. İki kişi aynı anda aynı kelimeyi telafuz ettiğinde ileri atılıp
"cipsi kola" veya "özel cips kola" demezsen olmaz. Ne söyleyeceğin coğrafi koşullara göre değişiklik gösteriyor tabi. O değil de, özel cips kola nedir ulan? Hiç de sorgulamamışım yıllarca. Hadi onu geçtim tekerlemelere ne demeli? İlk kim yazmış merak ederim. bir tanesi şu şekildeydi: "Tom ve jerry,dispanseri,verem do,verem si,oo pepsi." konudan konuya atlamanın en büyük örneğiydi bu tekerleme. bir de "yes-no" cevabı verdiren tekerlemeler vardı, yes dersen "va-ni-kes" ile sıran üç sıra kayar; no dersen "en-no" ile sıran iki sıra kayar. dilimiz bile gelişmiş tekerleme ile teker teker.

Fight clubber'lık bir felsefedir. Tek model takılacaksın. Şekilcilik gibi gözükse de önce görünümüne özen gösterip clubber giysileri giyeceksin; inci küpeni ve üstten sivri saç modelini kafandan eksik etmeyeceksin. V yakalı, ama kocaman bir v yakası olan bir badi giyip gideceksin club ortamına; geldin işin fight kısmına, karıştır ortalığı, yakıp yık. Vandal felsefe. Tabi bunlar sana yol su elektrik olarak geri gelecek. Önce bardan tekme tokat yola atılacaksın, sonra üstüne bir kova su döküldükten sonra en yakın karakolda elektrikli sandalyeye oturacaksın.

İsanların "benim küçük sevgilim" diye hitap ettiği sevgilileri olduğu gibi "benim kütük sevgilim" diye hitap etmesi gereken sevgilileri de vardır, olacaktır, olmalıdır.

Kadir Çelik'in sunduğu objektif isimli program objektif olmaktan oldukça uzak, izleyin, görün, küfür edin. tulumuna göre tarafsız medya.

Afrika sıcaklarının ortalığı kavurduğu şu günlerde basın mensupları "sıcaklarla aranız nasıl" sorusunu acaba insanları daha fazla bunaltmak için mi soruyor? Yoksa sadistler mi? Gidin daha güzel soru bulun.

Küresel ısınma bitsin, hepsi bitecek...

HAYATA BİRAZ AKICILIK...

Hayatın dönüm noktasını oluşturan aktif ve pasif unsurlar vardır. Unsur dediysem de siyasi kavram gibi falan algılamayın. olay gibi bir şey işte. Pasif unsur deyince başınıza gelip hayatınızı bir anda değiştiren olaylardan bahsediyorum. Çevre faktörleri yani. Aktif unsur deyince de sizin hayatınızı değiştirmek isteyip bir şeyler yapmanızdan bahsediyorum. Bizim için önemli olan, çaba gerektirenler zaten hep aktif unsurlardır.

Dersiniz ya hani; "tamam abi, bugünden itibaren hayatımda değişikliğe gidiyorum" diye. Gerçi bu sözü söyleyip de hayatında değişiklik yapmayı başaranını henüz göremedim ama böyle dönüm noktası yaratma çabası içine ben de çok kez girdim.

Hayatın monoton akışı beni bu değişikliği yapmaya itti ki farklı bir şeyler yapma çabası içine girdim.

Çatıya hep anteni düzeltmek için çıkacak değildim ya. Bu sefer çıktım; kıçımdaki pijamayı çıkarttım, çatıdaki antene bağladım. Rüzgarda dalgalanışını izledim. Bayrak gibiydi bacakları. O huzurla gevşemişken kıçımdaki puanlı boxer donumla çatıdan aşağı yuvarlandım. Hayat bayağı farklılaşmıştı. yani akıcı bile olmuştu belki gözümde.

Ama sonrası hastanede iki ay monotonlukla geçti o ayrı... O iki ayın monotonluğunu bile atlattım aktivitelerimle.

Hayatım hareketlensin diye istanbul'a gittim. Hani kozmikpolik bir şehir ya. Ben de iç çektim. hayatım farklı olsun diye Ortaköy'de gözlerimi faltaşı gibi açıp istanbulu dinledim. Hep gözlerimi kapayıp dinleyecek değilim ya.

Ha farklılık olsun diye kulaklarımı da kapatır dinlerdim, o ayrı. Sesleri hayal etsem yeter.

Bu akıcılıklar bana bir süre yetmiş gibi gözükse de hep daha fazlasını istedim. O çatıdaki pijamalı anteni aldım, hem de düşmeden. Önce everest'e diktim o anteni. sonra kesmedi aya ilk giden astronota verdim aya diksin diye.

Hazır everest'e çıkmışken zirvedeyken bırakmalı diye düşündüm... Bıraktım bu akıcılığı. Monoton hayatıma geri döndüm...

YILDIZ FALI İLE AB'YE GİRMEK

Kişilerin birbirleriyle uyum sağlaması tamamen burçların uyumuna bağlı diyenler var. Ha tamam. Uyumlu olmak burçlara bağlı olabilir. Ben burçlara göre bir Avrupa birliği uyum paketi oluşturulması taraftarıyım. Astrolojik yıldız falımıza baksınlar. Eğer astrolojik açıdan Avrupa birliği'ne uymuyorsak uğraşmayalım arkadaş.

Türkiye’nin yükseleni nedir ki?

"i am şakır şakır ingiliş(english)" diyenlere inat: i am çakır çakır keyif!

Sistemli çalışmaların hepsi aslında birer "sitemli çalışma"dır. Düşünün şimdi; "sistemli çalışıyorum" deyip her gün bilmem kaç soru çözen; masa başında kendini yıpratan onca ders çalışan öğrenci sitem etmesin de ne yapsın?

O kadar kusur kadı kızında olsa da; onun kadar huzur kadın kızında da olur, kupa kızında da...

Yandı dertler gitti yasa, kurban olayım bu gammaza!

Gammazlara gambaz denseydi, diye düşünüyorum.

Şimdi durup dururken aklıma Cat Stevens geldi.
"vay darbandii, uyuyon mu hala? neden uyuyon? film oldun film" diye çeviresim geldi en meşhur şarkısını... Açın bakın sözlerine kardeşim. Uğraştırmayın beni.

Basamakta durana sadece otomatik kapı çarpmaz. Manüel menteşeli kapılar da çarpabilir. Hatta parmak kıstırmada üstlerine yoktur. Ben yaşadım. Her menteşeli kapıya sahip minibüsün kapısına yazmalılar: "basamakta durmayın, eliniz sıkışır" diye...

Herkes billboardlardaki hatunları erkekleri istiyor kendine, deli gibi aşıklar onlara... ben billboardlardaki belediye reklamlarında "belediye başkanımız sorunlarımızı çözdü" diyen teyzeleri istiyorum. Ama öyle duygusal değil. Yüzleşeyim hepsiyle, sorayım hepsine birer birer: "gerçekten çözdü mü başkan sorunlarınızı" diye... Çözdüyse kendimi teslim edeyim hepsine. Çözmediyse belediye başkanına götürün beni.

Bir dakika? Getirdiniz beni belediye başkanına kadar... Kapıda bir de arama mı yapacaksınız? Tamam, tekrar geri götürün beni! İstemiyorum arama falan... Ah! Ah! tamam vurmayın.. Arayın... Tamam, ben kendim giderim...

YAYVAN GÖNÜLLÜLÜK...

Hz. Mevlana’nın "Ne olursan ol gel" demesi "ne olursun gel" demek gibi ısrarcı bir yaklaşım olsa gerek. Eşitlikten yana, ısrarcı bir yaklaşım. ha buna rağmen "Mevlana beni görse, sen gelme derdi" veya "Gelmiyorum ya Mevlana" diyenler var. Kendileri düşünsünler...

"Eskiden nasıl eğlenirdiniz" diye soranları kınarım. 1990 senesinde biz "pazar 89" serisi ile başlayan programın sunucusu Mustafa Yolaşan'ın bıyıklarını sayardık. Tek kanal, tek program, 124672 adet bıyık!

Televizyon yoksa "isim şehir hayvan bitki" oynardık. Nedir yani? Ama o oyun da sıkardı. Sapıtırdık. Neler yazmazdık ki o oyunda? İsim: gudurbet, kudurhan; şehir: jebe; bitki: kelej... Oyunun sonundaki şımarmalarımız Öztürk Serengil olmaya kadar varırdı. Mangırej!

Benden habersiz Nejat işler!

"Blues brothers" olsa olsa Şirinler'dir. Mavi mavi biraderler...

Ayran gönüllü insan olur da yayvan gönüllü insan olmaz mı?

Her hükümet döneminde koltuk sevdası adına siyasi görüşü değişen müdürler, yöneticiler aslında geniş görüşlü insanlar! Her devrin adamı da olsalar; her görüşe açıklar. Neden eleştiriyoruz ki? Değil mi ama?

Benden kaçma, benden kaçma, benden kaçma! Sevemem ben hiç kimseyi!

Ben edebiyat parçalamam; edebiyatçı parçalarım! Boş konuşup, laf salatası yapıp, hiç bir şey anlatamayan edebiyatçıyı parçalarım. Eşe dosta dağıtırım.

"Lern mit uns" isimli Almanca kitabını seven yoktur. Milli Eğitim Bakanlığı'nın yazdığı bu kitap ortaokul çağındaki çocukları embesil yerine koyardı. Hiç unutmam, orada "sabi" isimli bir robot vardı. Yedikleri yemekler arasında "satz salad"(cümle salatası) vardı. Laf salatası gibi ulan aynı! Hayır, yani insanı yeni bir dil öğrenmekten soğutan bu kitap ne Allah aşkına? Şaka gibi...

Siz siz olun herhangi bir gsm operatörünün müşteri hizmetlerindeki adama bedava mesajdan "beleş mesaj" diye bahsetmeyin. "Beleş" kelimesi karşı tarafta bir duraksama yarattığı gibi sizde de bir laçkalık hissi uyandırır.

His uyanması; hislerin uyuması... Hissizlik ve sonrasında uyuşma!

HÜZÜN RAKISI

Bu akşam üzümleri evde bıraktım. Var mı diyeceğiniz?

O yüzden üzüm rakısı yerine hüzün rakısı içiyorum. Buna da bir şey söylerseniz gidin buradan.

"Salkım Hanım" diyerek bir salkım hanım üzüme doğrudan dişi yakıştırması yapanlar kimlerdir hep merak ediyorum. Hayır, yani üzümde bir efemine yaklaşım varsa üzümün dalı erkektir o zaman arkadaşım. Salkım hanım ve Dal Bey.

"Doğa ana doğa ana" diye diye yıllarca şefkatli bir yüz bekledim, yıllar sonra karşıma çıka çıka Biri Bizi Gözetliyor'da Doğa Bey çıktı...

Ne olurdu biri de doğa bey'i eleseydi Biri Bizi Gözetliyor'dan? Hatta Türkiye’den elenseydi...

Elense!

Doğa Bey'e elense çekmektir tek dileğim, belki canlanır hıyarto!

Beni omuzlarınızın üzerine yatay olarak alın ilerletin, elimdeki ufak kamera ile Jimmy jib olayım.

Siz de ev telefonu, cep telefonu, kapı zili ve kalın bağırsakları aynı anda çalışanlardansınız. Biliyorum, benden kaçamazsınız. Şimdi zilinize basacağım, telefonlarınızı çaldıracağım... Bir de bağırsaklarınız çalışsın size müshil.

Müshilleme.

Kardan madam.

Ha Gülşen Bubikoğlu'nun Bubik'i ha Burhan Çaçan'ın çaçması. İkisi de benim gözümde eşdeğer.

Hasan kel değişme özelliği olan bir denklemdir.

BİRİLERİ BİR YERLERDE BİR ŞEYLER ANLATIYOR

Birileri bir yerlerde, cümlesine "Düşünsene şöyle olurmuş falan..." ile başlıyorsa anlayın ki oralarda fazlaca geyik vardır. Sola doğru geyiği göreceksiniz, sakın şaşırmayın hatta. Zaten her yerde birileri birine bir şey anlatıyor...

Eğer birileri bir yerlerde birilerine "Kız bak sana birşey söyliyim mi" diyorsa anlayın ki iki anne o an çocuklarının durumlarını irdeliyordur. Emin olun ki, o annelerden bir tanesi fazlaca bilgiçlik taslayan bir anne, diğeri de tavsiyelere açık bir annedir. Hatta emin olun ki; bu durumlarda tavsiye dinleyici annenin çocuğu hep mağdur olur.

Kendimden bilirim, çocukluk yıllarım kara kutu atarilerin çağıydı. Atari manyağıydık biz de herkes gibi ve bizim de tavsiye manyağı bir komşu teyzemiz vardı. Sürekli tavsiye verirdi. Karışırdı. Ne zaman bize gelse "Kız ben sana bişey söyliyim mi" ile başlardı cümleye… Akabinde atari yasaklanırdı evde. Meğer atarinin zararlarını anlatıyormuş anneme...

"Az gelebilir misin bizimle; seninle bir şey konuşacağız" ile başlayan diyalogların içinde de bulundum. Hiç de bir şey konuşmadılar. Dayağa başlama cümlesiydi onlarınki. Kolumdan tuttular, dostane bir şekilde mezarlık arkalarına falan götürüp, tartakladılar, dövdüler...
Sırf beni değil, her yerde durum böyleydi...

Birileri bir yokuşun en aşağısında "baba naber ya" deyip sizi kolunuzdan tutuyorsa yokuş boyunca rehin alındınız demektir... Boş konuşur bunlar.

Eğer ki birileri "Basamakta durmayın, otomatik kapı çarpar" yazısını okuyacak kadar daralmışsa, emin olun o biri kesinlikle kalabalıktan basamakta duruyordur. Bakacak tek nokta otomatik kapının üstü olduğu için mecburen o yazıyı okuyordur.

Eğer ki birileri "Abi yeter artık, hayatımda değişikliğe gidiyorum artık" diyorsa anlayın ki o birileri hayatının en monoton dönemine başlamıştır o cümle ile. Geçmiş olsun demek gerekir onlara.

O birileri sürekli konuşacağına gelsin alsın beni buradan...

HENDEK...

Şeker Bayramı'nın kasıma denk gelişi üzerine o kasım ayına "Sweet November" diyenlerdenseniz bendesiniz. Hepinize benden şeker! Bayramda aşk başkadır, değil mi?

Siz de şeker bayramı dememe kızıyorsanız ve ısrarla "şuna ramazan bayramı de" diyenlerdenseniz ben kaçıyorum.

Kabızlığı komplike hala getiren insanlardan mısınız siz de? Benim vardı böyle bir arkadaşım. Aman yarabbi. Ne diyaloglar!

-Bunu yapmalıyım...
-Hayır...
-Evet yapmalıyım, deneyeceğim!
-Olamaz!
-Bu kakayı yapacağım! Bana engel olamazsın...

Nitekim uğraştı, yapamadı kakasını. Sezaryenle aldırmayı düşündü. Kendisini epeydir görmedim. Kakası büyümüştür şimdiye.

Zebra, pijamalı at değil; hapishane kaçkını attır. Hatta hipodromdan kaçmış bir attır. Lama ise her zaman birine benzetilendir!

Lamaya "boynun neden eğri" demişler, "birine benzettiniz galiba" demiş.

Lamanın tükürüğünü karşı hendeğe atlatmak deveye hendek atlamaktan daha zordur. Bu arada fillerin, ineklerin ve zürafaların da hendek atlamadığını görmüş biri olarak herkesi kınıyorum.

Hendeklere en kolay atlayan hayvanların ise koyunlar olduğu kanaatindeyim. Biri atlasa hepsi o hendekte. O koyunlar kanyon bile atlıyor...

Nazo gelin kafasına takar! Ne düşünüyorsa artık?

Seke seke çaydan geçen ceylanların bileğine halhal takarsam rüşvet olur… Hendek atlar hepsi...

Ne hendekmiş be!

MOR VE ÖTESİ Mİ MFÖ MÜ?

Mfö ile Mor ve Ötesi müzik dünyasının birbirine en ters grupları. Bir arada sahneye çıksalar gitarları birbirlerinin kafalarında kırarlar. Ne bu çelişki, ne bu tezatlık? Mfö "en tatlı sabahlar çokokrem'le başlar" diyor, hem de ağız suyu akıta akıta... Mor ve ötesi ise "güne kahveyle başladım, ağzım kuru zihnim açık" diyor. birine çokokrem, birine kahve… Biri sulu, biri kuru.

Kelebek bıçak çekip zeminde topuklarıyla sekiz çizerek hareket eden bıçkın delikanlı gibisi olsa olsa nazo gibisidir.

Zevk nakli sonucu, zevksizlerin birinde zevk uyuşmazlığı görüldü. hiçbir haltı beğenmiyor.

"Verdim gitti" diyen nikâh memurları da olsun.

çok enerji veren at amblemli Ferrari’leri doping kullanıyor diye trafikten men etsinler.

Tapu kadastro'da kadrolaşmanın doruk noktası: "tapu kadrostro"

Fidel kadastro.

"Abla teker dönüyor" dendiğinde o ablaların tekere baktığı an harbi harbi tekerleri dönsün, kovalasın her şeyi.

Tele vole tarzı magazin programlarının dış sesleri öyle dış ses olmalı ki, sınır dışı... Kapsama alanı dışı falan bir ses olmalı ki duyamayalım o sesleri. Yeter be! Ne tırtsınız.

On kilo pamuk dükkânı mı daha sıkıcıdır? Yoksa on kilo demir kaynak atölyesi mi?

kafaların bi milyon olması enflasyona göre artık değişkenlik gösterebilecekmiş. Hatta altı sıfır da atacakmışız artık. Şu an kafam sadece "bir". Hiç hoş değil.

"Git getir Bobi" ile "basamakta durmayın otomatik kapı çarpar" cümlesi arasında kalıplaşma açısından hiçbir fark yok...

SİZ DE BENDENSİNİZ!

Herkesin birçok konuda benimle aynı görüşü paylaştığını sanan bir safım ben. Herkesin benim gibi saf olduğunu sanıyorum. Siz de mi safsınız?

Siz de diş hekiminizin bekleme salonunda keşif, gezi, bilim dergisi okuyarak kültürünüzü mü arttırdığınızı sanıyorsunuz benim gibi? Oysa birazdan dişinizi oyacaklar! İçine artık mavimsi grimsi amalgamı basacaklar. Bluetooth teknolojili bir ağza sahip olacaksınız. Sizin ne vardı? Dolgu mu?

Siz de Fender gitarlarının bir "lü" tonu olduğunu mu sanıyorsunuz? "lü" sesi artık hangi manyetikle alakalı ise bilemem de bence bu "lü" yü duyanlar var.

Siz de Aile Şerefi filmini yüz kez izleyip Şevket Altuğ'u seslendiren sesin kim olduğunu mu merak ediyorsunuz? Hatta o filmde şevket Altuğ iyi kalpli olmasına rağmen sesin kötü bir ses olmasını, kötü adam sesi olmasının özel bir nedeni olabileceğini mi düşünüyorsunuz?

Siz de Hababam Sınıfı filminde İnek Şaban'a gönderilen devasa tereyağını elbise dolabında neden sakladığını merak ediyorsunuz? Hatta onun gerçekten tereyağı olduğundan şüphe ediyor musunuz?

Siz de Çekoslovakyalılaştıramadıklarımdan mısınız?

Siz kim oluyorsunuz? Gerçekten siz de sizin kim olduğunuzu merak ediyor musunuz?

Siz de amma safsınız.

Sizi seviyorum.

14 Ocak 2008 Pazartesi

STREET FIGHTER'A EN SON NE OLDU?

Bugün elimde son kalan jetonla kendimi Street Fighter denen atari oyununun içinde buluyorum. Benim onlar gibi özel güçlerim yok, aduketmiş, foryukenmiş... Yok onlar. Ancak küfür edip kaçarım ben. Ya da kavgalara seyirci olurum; "round one, fight" derim.

Mr.bison da asker kıyafeti giydim diye kendini harbici asker sanıyor. "Dikkaaaayt" deyip tüm Street Fighter karakterlerini sıraya sokuyor. Ego tatmini yahu, başka bir şey değil. Herkes itaatkâr değil ama. Ryu ve Ken asi. Diğerleri hazır ol vaziyetinde kıpırdamadan put gibi duruyor. Put gibi durmalarından mütevellit Guile'ın (hani şu amerikan askeri kılıklı atletli) sırtı kaşınıyor. Terliyor ama hazır ol vaziyetini bozmuyor kesinlikle... İşte disiplin. Ya kaşıntı?

İşte o an Guile, karşıdaki Vega ile bakışıyor. Elinde çatalıyla Vega ona yardıma yetişecek tek kişi. hemen koşuyor, bölüğün arkasına geçip elindeki çatalla Guile'ın sırtını kaşıyor. Gitti disiplin... Ortalık karışıyor.

Asi Ryu ve Ken kavgaya giriyor, barışı getirmek için. Ama barış gelmiyor. Onun yerine sadece arkadaki dükkânda Barış Manço'nun "arkadaşım eşek" i çalıyor. Yazık Ryu ve Ken'e.

Chun-li ise o esnada batı çevre yolu'nda. Mini eteğiyle cezp edici bir görüntüsü var. "yep yep" hareketiyle bacağını sallayarak kendini bir atari jetonuna çevre yolundan geçen kamyon şoförlerine pazarlıyor. Bazı kamyon şoförleri perfect bile yapabiliyorlar tek jetona.

Blanca ise kasap blanca isimli kasap dükkânını açıp hayatını kazanıyor, elektriğini tamamen kendisi sağlıyor. Honda'yı ise Blanca'nın dükkânından et alırken görüyorum. Halbuki onca şişmanlık, kollesterol... Dikkat etmesi lazım kendine.

Zangief Street Fighter'dan istifa etmiş. Flaş Tivi'deki amerikan güreşlerinde tepiniyor.

Dhalsim yamyamlıkta son nokta. nakavt olan oyuncuları yiyor. Hatta Blanca'nın dükkânındaki etlerin blanca'ya dhalsim tarafından satıldığına dair söylentiler var. Yani o etler dana falan değil, hepsi de karakter onların. belki de bahsetmediğim oyuncular. Halbuki o oyunc...

Jeton bitti.

LAB DEMEDEN LABARATUARI ANLAMAK

Lab demeden laboratuarı anlayabilen bir milletiz. kimisi öyle abartmış ki hatta; lab demeden balon joje, bek alevi, beher glas'ı anlayabilecek derecede aşmış. Aşmış kudurmuştan beter. Yani leblebi devri çok gerilerde kalmış.

Şimdi leblebi ile tek yapılan hesap makinesini ters çevirip, ekrana "leblebi" yazmak. Hesap makinelerinin teknolojisi gelişmiş yani. Eğer hesap makinesinin ekranına "laboratuar" yazabilecek kadar gelişmiş bir teknolojiye sahip olsaydık şimdiye mars'taydık. Bizim amcaoğlu da şimdiye atom mühendisiydi.

Aman aman iyi olsunlar. Better olsunlar.

Feysbuk'tan içime ne kadar gına gelse de feysbukla ilgili konuşmaya yazmaya devam ediyorum. Bu ne çelişkidir. Bir mesaj geldi; falanca sizi "top friends"ine ekledi diye. Yanına da not düşmüş; "Popülariteniz gün geçtikçe artıyor." vay anasını. Nasıl ünlü oluyorum anlatamam. haa hatta; alt satırda da yazmış "girin ve ne kadar popüler olduğunuzu görün"
ne görecem. şeytan görsün yüzlerini...

Buradan onların hepsine feysbukça bir cevap yolluyorum: osmanlı pokesi.

Sanal elim sende: pokem sende.

Poker de bu poke'leri çok sevenlerin oyunu. Açık ise pokem on. Fark ettim de feysbuk ruh halimi bozmuş. Yani yolladığı sanal mezeler bozuk adamların. Gerçek olsa midem bozulurdu. Ancak ruh halini bozar bu mezeler insanın.

sanal dedim de, eskiden bir sanal hayvan, kimine göre sanal bebek furyası vardı. Herkesin elinde onlardan bir adet… ben de aldım sanal hayvanımı. Eksik kalır mıyım? Camış mıyım ben? Soruyorum tüm arkadaşlarıma, adamlar besliyor sanal hayvanı. Sanal mezelerle. her günü bir yaş olmak üzere on beş gün yaşıyor hayvanları.

Ya benimki? Yeni yaşına ben gece uyurken giriyor, üstüne bir de gece yemeğinin üstüne kaka yapıyor, uyurken temizleyemiyorum; bir daha yapıyor, sonra bir daha... Üzerine bokundan hastalanıyor hayvan. Sabah bir kalkıyorum ki ölmüş. Yan yana üç adet bok resmi, bir adet kuru kafa ve bir adet mezar resmi. Yani bu şu demek: "hayvan üç kere altına yapmış, temizlenmediği için hastalanmış ve ölmüş" yani gerçek hayatta olsa ben ona bokunda boğulup ölmek derdim. altına her zıçan ölseydi şimdiye..

O sanal hayvanın sanallığını kardeşim gerçek muslukta yıkayarak yok edip gerçekliğe taşıdı. Harbici öldü ondan sonra da. Ama sevinmiştim. herkesinki on beş gün yaşar, benimki bir gün...

Bir de sürekli osuran bir hayvan olarak "salan hayvan" var.

BEN DERT ALMAM DERT VERİRİM!

"Orada bir köy var uzakta" şarkısına yıllardır kendini vermiş insanlara şarkıyı öğrendiğimden beri kılım. Orada, uzakta bir köyleri olduğunu biliyorlar. "görmesek de" deseler de hepsi de görünen köyün kılavuz istemediğini biliyorlar. Ama "görmesek de" diyerek benim sinirlerimi germeyi çok iyi biliyorlar. Her haltı beceriyorlar o ağızlarında geveledikleri köylerine bir türlü gidemiyorlar.

O söyledikleri şarkıları dizsem peş peşe, buradan köye yol olurdu.

"Losing my religion" isimli şarkının Türkçeye çevirisi olsa olsa "Adamı dinden imandan çıkarmayın ulan"’dır.

Ben dert almam, dert veririm.

Yaşama, çürütme, yergi...

Facebook'taki süperwall ve funwall uygulamaları tuvalet duvarları gibi. Her türlü espri, resim, gündem konusu... Her şey orada… Bir birlerine tehdit mesajları yazanlar da orada. Takımını destekleyip "en büyük bilmem kim" diyen de orada... Her şer var orada!

Kimi sokaklarda fink atar, kimi barlarda "funk" atar...

Balık hafize.

Bir zamanlar uçakta çekilen bir şampuan reklâm filmi vardı. Uçağın tuvaletinde saçını yıkadıkça inleyen bir bayan ve içeride hostesi çağırıp "ben de o şampuandan istiyorum" diyen teyzeyi içeren reklâm... Ben de onlar ne içtiyse aynısını istiyorum. Yok arkadaş! Hani gördüm şu zamana kadar başını şampuanlayıp kendinden geçenleri de, bu kadarı da fazlaydı...

Fatih akın "im juli" filmini kasım'da çekseydi nasıl olurdu ki? Muhtemelen Kasım isimli abimiz bir kıza âşık olurdu; filmin ismi "kasımda" olurdu zaten. Sonra Kasım kıza derdi: "balkanlar üzerinden gelen soğuk hava kütlesi ile Türkiye’ye geç"... kasım... Aylardan biri gibi...

SONBAHARDAN NEFRET ETMEK

Sevmiyorum sonbaharı... Kimse kızmasın, gücenmesin; sevmiyorum. İki tarafı ağaçlıklı bir yolda yürürken sararmış yaprakların dökülmesi, uçuşması etkilemiyor beni. o yapraklara bakıp hayal kurmuyorum. Birinden ayrıldığımda da sonbahara bakıp hayal kuramıyorum.

Sabah uyandığımda duyduğum kuş cıvıltıları gibisi yok, yapraklar sararmış dahi olsa, hava güzel, güneşli. Üstüme bir hırka alsam yeter. Evden çıkıyorum ki, hırkaya bile gerek yok. Amma terliyorum. Terledikçe etrafımda mutlu çiftleri görüyorum. Ah çekiyorum. Bazı ağaç altlarında oturan mutlu çiftleri görüyorum bu sefer de. Yine ah çekerken, burnuma toz kaçıyor; hani sonbahar ya... Ondan!

Çok terlemişim, hava da esmeye başlamış. Ter üstümde kuruyor. Hırkamı üstüme alıyorum ama fayda etmiyor, rüzgâr üşütüyor. Sırtım yapış yapış... Bir de o halde belediye otobüsüne binmek zorundayım. Terliyim, pis görünüyorum ya, bu sefer de otobüsteki mutlu çiftler bana aşağılayıcı bakışlar atıyor. Ah çekmiyorum; ayakta durduğum yerden uzanıp camı açıyorum. Hani sonbahar, hava da rüzgârlı ya, arkadan kızın biri "aşkım ne çok esti ya" diyor ve sevgilisi bana "kardeşim camı kapatır mısın, çok esti". Ah da çekmiyorum, pof da çekmiyorum bana da esiyor, iniyorum otobüsten. Hava dengesiz, hani sonbahar ya... Bir anda etrafı kaplayan karabulutlar rüzgâra eşlik ediyor.

Belli ki, havanın durumunu önceden kestirenler var... Ya da sonbaharın kalleşliğini bilenler. Ellerinde şemsiyeyle dolaşan insanlar onlar. Meydanda banklarda simit yiyenler, deniz kenarını seyredenler var. Ama hiç biri tek değil.
Çift bunlar çift. Rüzgar bile etkilemiyor onları ve ben bunları düşünürken ani bir yağmur bastırıyor. Şemsiyesizim, sırtımda kuruyan ter bu sefer yerini yağmurun ıslaklığına bırakıyor. Koşuyor da koşuyorum. Şemsiyesini ortak kullananlara, bir montu ortak kullananlara kızıyorum koşarken, ıslanmıyor onlar.

Eve ulaşıyorum, ev sıcak ama ben çok koşmuşum. bir hapşırık krizi, ani baş ağrısı saplanması, öksürük ve burun akması...

Sonbahar mı? Aşk mı? Hadi lan oradan!

PLANLAR VE HÜSRANLAR

Aksaklıklar sonucu planların uygulamaya girememesinden kaynaklanan olaydır.

Resmi kaynaklara göre bu gidişin gidiş olmadığını söyleyenler mevcut olsa da bana göre gayet güzel olan bir gidiştir. bu yol nereye gidiyor diyenlere "hoşuma gidiyor" derim. Ben gayri resmi bir insanım.

4 yılda okulu bitiricem? Bitirildi mi? hayır, hala sürüyor.

İnterrail ile gideceğim Avrupa’ya da, gezeceğim? Gidildi mi? Hayır, istekler sürse de Ege'ye tatile bile gidilemedi. Yıllardır...

Kısa film çekeceğim? Hadi ordan...

Uzun film? yavaş....

Yazılarımı falanca gazetesine yollayacağım? Yollanamadı...

Bu ay şu kadar karikatür çizeceğim? Mürekkep bitti bahanesi ile çizilemedi...

Ders bırakmayacağım! Anlamadım? Duyamadım?

Köpeği alayım da bir sahilde gezdireyim yarın? Hayvancağız hala bahçenin içinde koşuyor...

Kardeşimin matematik sorularını çözeyim? "sen sorularını bitir ben çözerim onları sana".

Projeye erken başlayacağım? Proje teslim edilemedi...

Final haftası gelmeden dersleri yarılamak lazım? Finallerin üç adedi şişti...

Bilgisayar aşırı yavaş çalışıyor; yarın yedekleyeyim de düzenleyeyim, format atarım? Bu program yanıt vermiyor...

Gördünüz mü?

HAYDARİ ASLINDA BİR MEZE DEĞİLDİR!

Odamdaki kalın, budaklı odunun üzerine "haydari" yazdım. Şimdi deseler ki kırk yıllık haydar neden haydari oldu diye, onlara derim ki, "haydar haydar". Sonra bana "hasta mısın birader" derler. Haydar haydar'ın üzerine "yandan yandan"'ı da eklemeden duramam. Sen duramazsın biz durur muyuz a be densiz? Üzerime bir saldırırlar. "haydari"yi yedirirler bir güzel. "haydari" mezeyken güzeldir ama odunvari iken hiç güzel değildir. Sakın tatmayın.

"Haydari" türü kalın adam dövme gereçleri ince olsa "limoni" olurdu.

Patinaj kelimesini "badanajşşhh" şeklinde kullanan insanları siz de biliyor musunuz? Onlar araçlarının patinaj yaptığını "badanajjşşh" şeklinde telaffuz ederken araçlarının yerden daha fazla toz kaldırdığını, çamur saçtığını düşünüyor belki de. Ama saçtıkları tek şey tükürük! "Gaza bir yüklendim araba badanajjşh çekhti" cümlesini duyan her insan iki litre tükürüğe maruz kalıyor, emin olun.

Bayramda altı ortak birleşip danaya girmek isteyip de danayı elinden otobana kaçıran insanların kendisi bizzat dana oluyor. Kurban bayramının tüm danaları olsam altışarlı gruplara bölünürüm. Sonra kurban sahiplerine altı dana olarak girerim. Kurban bayramında altı dana bir kurbancıya girdik...

Şimdi kurbancıdan çıktık. Senin yanına geliyoruz. Seni de döveceğiz.

Danaların dövmeye gittikleri kişi; kurban bayramında dört ortak bir iskambil destesini kesen bir grubun beyni.

Belediye otobüslerine öyle garip insanlar biniyor ki, yani insanları kategorize etmek değil ama o garip insanları yazılarıma malzeme etmeden yapamıyorum. Elinde çanta ile bir adam biniyor. Bana Fatih Sultan Mehmet Bulvarı'nı soruyor. Ben oraya geleceğimiz zaman ona haber vereceğimi söylüyorum. Sonra nasıl oluyorsa başka bir adam bu adamı konuşmasıyla esir alıyor. Allah’ım! Yani memleket meselelerinden küresel ısınmaya her türlü konuyu irdeliyor yeni adamımız. İşte diyaloglarından bir kesit; bana hak vereceksiniz siz de:

-Ben Fatih Sultan Mehmet Bulvarı'nda inecektim şu şapkalı arkadaş tarif etti gerçi de ben yine de size de sorayım dedim.(şapkalı arkadaş derken beni tarif ediyor)
-Tamam ben size söylerim; ne için gelmiştiniz?
-Bursa'ya doktor bir arkadaşımın yanına geldim, ben de doktorum.
-A ne güzel. Ben de doktor olmayı çok istemiştim, olmadı tabi.
-Olsun üzülmeyin.
-Şimdi üniversitelerde eğitim daha kolay, eskiden zordu. Şimdi herkes doktor da olabiliyor mühendis de!
-Heh heh(doktor arkadaş çok sıkılmış)
-Keşke üniversitelerimizde eğitim iyi olsa da gençlerimiz daha bilinçli olsa. Şimdi düşünüyorum da gençlerimizin yarısı bilinçsizce eğitim görüyor.
-Hıh hıh(sıkılmış ve terlemiş)
-yeğenim var benim bir tane; yüz kelime Almanca, yüz kelime İngilizce, yüz kelime de Türkçe konuşabiliyor.
-Hangi üniversitede?
-Beş yaşında daha...
-Heh heh pek güzel.
-Bu arada isminiz neydi? Onca yol geldik tanışamadık. Ben Ahmet.
-Ben de latif. Memnun oldum.
-Latif hocam kaç gün kalacaksınız Bursa’da? Görüşelim, kanım ısındı size çok... Bursa’yı gezdiririm size.
-Vallahi çok isterdim, iki gün kalacağım.(istemediği yüz ifadesinden son derece belli)
-bu arada geldik, inebilirsiniz... Görüşmek üzere latif hocam!

Aman Allah’ım! Bu Ahmet isimli kişi ne rehin bir adammış. Üniversite eğitiminden bilinçten bahsediyor, beş yaşında çocuğa geçiyor. Görüşelim diyor. Benim danalar'a söyleyeceğim, ona "haydari" götürsünler. En ekşisinden! Adam beni bir belediye otobüsünde nasıl gerdi anlatamam. Herkes doktor, mühendis ona göre. Hayat bu derece kolay. Hayvan herif! Sana "haydari" yi yedirmeye bizzat ben kendim geliyorum.

PARTİ NEREDE?

PARTİ NEREDE?

Doritos'un "parti nerede" temalı reklâmlarını, reklâm filmindekine benzer bir şekilde yaşadım. bana kalsa o reklam filmini benimle çekmelilerdi. Ucuza kabul ederdim. Parti neredeyse ordaydım, ahanda ordayım.

Ayağımda terlik, üzerimde atlet, altımda pijama; yanımda da saçı ensesine yapışık sümüklü Saime; kapalı mekânda bile güneş gözlüğüyle dolaşan Ferhat ağabeyim ve ağzında emziğiyle Aysel teyze'nin iki yaşındaki oğlu şükrü var.

En önde ben varım; reklâm filmindeki zencinin cips yemesine inat apartman merdivenlerini çekirdek çitleyerek, "of of kömür gibi yanıyorum of" şarkısı eşliğinde çıkıyorum. Arkamdaki tayfanın heyecanı büyük, şükrü emziğe üflüyor adeta, yanakları balon olmuş. "parti nerede ulan" haykırışıyla ilk kapıyı açıyoruz, ortam hiç partilik değil. Sallanan sandalyede teyze duymuyor bile bizi...

Coşkumuzda en ufak bir kayıp yok, partinin olduğu daireyi arayışa devam, çekirdek çıtlatarak, türküler çığırarak. O esnada dört numaralı dairenin kapısı açılıyor; hem de biz çalmadan. Neriman teyze bu; kafasındaki bigudiler ve elindeki merdanesiyle partiye katılıyor. Aslına bakarsanız Neriman teyze'nin derdi parti değil; kocasını arıyor o "nerede o kart zampara nidalarıyla"...

merdaneler, emzikler, çekirdekler... Coşkuyla dokuz numaralı dairenin kapısını açıyoruz. "parti nerede" demeye kalmadan manzara ile şok oluyoruz; Neriman teyze'nin kocası Selami amca dokuz numaradaki seksi dul ile kanepede iş üstünde... Parti bizim için burada değilmiş; Neriman teyze'nin partisiymiş burası. Merdaneler çalışıyor kafaya, biz coşkuyla partiyi aramaya devam ediyoruz...

"Ves dı paaadiya"... bu sesi duyar duymaz on dört numaralı daireye dalıyoruz ve salonda açık televizyonu fark ediyoruz, reklamlar var; hem de bu doritos reklamı; fakat salonda kimse yok; tuvalete bakıyoruz. "parti nerede" diyerek kapıyı açıyoruz ve hüsnü amca'yı klozette kakasını yaparken buluyoruz; çekirdek çitliyoruz bir yandan da manzara karşısında; küfür yiyene kadar. Kapıyı kapatıyoruz... Coşkuya devam...

ama bizim apartman on dört daireli... Burada hayat yokmuş demek ki, parti de yalan. Allah kahretsin be; girdiğim şekillere bak!

AMMAN SELAMLAR OLMASIN!

Gece hayatında; düğünlerde tepine tepine oynayanlara, bel kıvıranlara, “Amman sabahlar olmasın” diyenlere inat suratsız bir ifade takılacağım. Nedir ulan? Hayat bu kadar tozpembe mi? Değil… o zaman ne bu neşeniz? Selam sabah da vermeyeceğim kimseye…

Amman selamlar olmasın

Düşündüm de; benim gerçekten “Amman selamlar olmasın” diyeceğim insanlar var. Tamam selam vermemek kötüdür, ayıptır, nezaketsizlik örneğidir ama herkese de selam vermek; garip… Bundan altı sene kadar önce Hamdi isminde birini tanıyordum; her yönden garip bir çocuktu. Kdz. Ereğli’deki festivale bir arkadaşıyla gelmiş; herkesle tanışıyor; yanındaki arkadaşını da herkesle tanıştırmayı ihmal etmiyor. Başladı söze: “Ben Hamdi; bu da kankam Osman”. Adamın iki lafından biri bu…

O an Osman’a sormak isterdim: “Osman kardeşim, ne iş yaparsın sen?” diye… kesin şöyle derdi: ”ben kankayım.” Onun işi kankalık. O da güzel.

Bir devinim şart insanımızda belki de. Tek yol devinim!

Siz de kapı zili,cep telefonu zili ve ev telefonu zili, hatta bağırsak boşaltım sistemi zili aynı anda çalışanlardan mısınız?

Ben senin Çekoslovakyalılaştırabildiklerindenim

Hasta mısınız? Doktorlar sorsaydı böyle…

Dabbeli matkap…

Çaycı Hüseyin tiplemesi ile Çocuklar Duymasın dizisinde ünlenen Alpaslan Özmol isimli kişinin Topkek reklamlarındaki bağırmaları hala kulaklarımda. Nefret ettirmişti yani kendinden… Uzunca bir süre ne Topkek yedim, ne de ismi Hüseyin olan çaycılardan çay alıp içtim.

Beni huşu içinde bırakanlara huşuyu soruyorum. Ben durakta bekleyeceğim onları. Gerçekten huşu ne yahu?

BU ÇOCUK DÜNYAYA GELMEYECEK!

Bu dünyada milyarlarca insan yaşıyor. İddia ediyorum, bu milyarlarca insanın yaşça büyük olanları kendilerinden yaşça ufak olanları gördüğünde "dersler nasıl" diye söze başlıyor. bu kısım dünya nüfusunun %70'ini oluştururken Türkiye nüfusunun %83'ünü oluşturuyor. Duygusal olan genç kesim de bundan muzdarip bu dünyaya çocuk getirmek istemiyor ve bunu ağlamaklı söylüyor: "Ben bu dünyaya çocuk getiremem" diye.

Ne dersiniz? Belki de Fazıl Say'ın gitmek istemesinin sebebi de aslında ona birilerinin "dersler nasıl fazıl?" demesidir. Ne de olsa ondan yaşlı kimisi. Bence Fazıl say bu dünyaya veya Türkiye’ye çocuk getirmek istemese de kalsın Türkiye’de. Fazıl say kalsın. Hatta Ahmet Dursun.

Bu dünyaya çocuk getirmek istemememin bir sebebi de "Abla teker dönüyor ehehe" esprisine gülmeyen ablalardır. Ben isterdim ki ablalar her espriye gülsün...

Ablalar espriye güle dursun benim bu dünyaya çocuk getirmek istemememin bir sebebi de, kaportacıda çırağa çekiç sallayarak konuşan ustadır. Hatta başka bir sebebi daha vardır; arabanın altına yatan ustanın arabanın altından çıktıktan sonra, ayağa kalkmadan önce çırağına gözünü kısarak bakmasıdır.

Bu gidişle hayatı çocuksuz geçirecek olsam bile çocuğumun dünyaya geldiğinde doğar doğmaz ona tokat atan bir hemşireyle karşılaşmasını istemiyorum.

Çocuğum dünyaya geldiğinde neden koşarken kalçasını kontrol edemeyen bir köpek görsün? Neden?

Çocuğumun dünyaya geldiğinde buzda dans jürisini görmeye ne mecburiyeti var?

Çocuğum küresel ısınma muhabbetini emin olun duymak istemezdi.

Çocuğum doğduğunda emin olun, Tülin’in Caner’inin kafasında bardakları bizzat kendi kırardı. Caner’e ise dilini kıvırıp dişlerinin arasından "tıss" sesi çıkarmak kalırdı. Ama kendisi şimdi dünyaya gelmek istemiyor, Caner kurtuldu.

Benim çocuğum doğduğunda annesinin altın gününe gelen teyzelere asla "hoş geldin" demeyecek! Annesinin "teyzeleri öptün mü" sorusuna cevap vermeyecek. "sen ne kadar da büyümüşsün" diyen teyzelere küfür edecek... Samimiyetsiz oldukları için...

Benim çocuktan çokça şey istedim; içimdeki çocuktan... Ama emin olun benim çocuk belki içimdeki çocuğun bir parçası olacak. Beni yansıtacak.

EVLENİN!

"Yazmaya çizmeye oturayım" deyip de hiç yazamadığınız, çizemediğiniz zamanlar olmuştur herkes gibi. Benim de oluyor. İlhamın gelmediği zamanlardan söz ediyorum. ama öyle bir andır ki o arkadaş; nasıl sıkılıyor insan. Bekliyorsun ilham gelsin diye... Değil ilham, İlhan bile gelmiyor.

Televizyonu açıyorsun ilham gelsin diye... İlhan var. İlhan Şeşen'in klibi oynuyor. Aferin. Hani? Yazamadın değil mi hala?

Televizyondan ilham alamadınız. Bari İlhan alın. Evlenmek için bir adet İlhan bulun kendinize. Her şeyi buluyoruz, evlenecek birini mi bulamayacağız? Bulan buluyor kendi çapında ve onları izleyen 70 milyonluk Türkiye’nin çapında...

Her şeyi yaptınız da evlenecek kimseyi bulamadınız mı? Bulamadınız. Üniversite hayatınız boyunca "oğlum kız arkadaş edin, neden sevgilin yok" , "kızım sana bir oğlan bulalım, kızım o çocuk kim" gibi baskılarla sıkıldınız ve mezun oldunuz. Hala birinci şekil bir birinci tekil şahıssınız. Baskılar artıyor.

Mezun oldunuz; iyi kötü bir iş sahibi de oldunuz. Baskılar bitmiyor mu? Biter mi? Bitmez tabii... Anneler sürekli çöpçatan dostları aracılığıyla sağdan soldan birilerini bulur getirir. Ortalıkta Ruhsar dizisindeki Ruşen amcanın oğlu Sedat’lar türer durur.

Bir gün bakarsınız erkek olmanıza rağmen kapınızda bir Sedat belirir. Hem de erkek olmanıza rağmen! "kimsin ulan sen" tepkisini verirsiniz. "evlenmeye geldim" cevabını alıp döversiniz Sedat’ı bir güzel.

Kapı ertesi gün tekrar çalar. bu sefer gelen Aysel teyze'nin kızı Neriman’dır. "bir yanlışlık olmuş, Sedat size değil üst kata evlenmeye gelmiş" der Neriman. Üzülürsünüz, Sedat’a da boşuna gay muamelesi yaptığınızı düşünürsünüz. Gönlünü almaya gittiğinizde yanlış anlaşılmaların boyutu artabilir... Aman dikkat!

Siz şu an neredesiniz? Nikâh masasında mı? Ne? Yoksa şu an Sedat’ın ayağına mı basıyorsunuz? Pardon ben sizi erkek sanmışım, evlenebilirsiniz...

"ne diyorsun sen be manyak, beni iri gördün diye erkek mi sandın, alırım ayağımın altına ayol seni"

"ah vurmayın Neriman Hanım"

Evlenin bir an önce...

EKMEK ÇİĞNEMEK

Şişen yerin üstüne bir adet çiğnenmiş ekmek içi basıldığında şişliği aldığı söylenen ve bu yüzden yapılan çılgınca olay. Çılgın. Bana göre gerçekten çılgın bir olaydı, hala da olmaya devam ediyor. Neden mi? dinleyin...

11 sene kadar önceydi. Ayvalık’a bir tanıdığımızın yazlığına gitmiştik. Behçet Amca ve Hülya Teyzelerin yanına… Yazlık evleri bilirsiniz; bahçesi, balkonu her şeyi bir aradadır. Araç trafiğine kapalı sokakları yazlık evin balkondan aileler seyreder durur. Çocuklar koşar, bağırır sürekli… Kimisi de düşer. Benim kardeşim de bu düşenlerden biriydi.

O zamanlar kardeşim sadece beş yaşında. Yani her düştüğünde ağlayabilecek potansiyele sahip. Amanın! Ufaklık düştü… Ufacık ağzına kocaman bir ayva sığacak kadar açmış ağzını, nasıl ağlıyor! Şiddet 100 desibel. Annem ve Hülya Teyze hemen getiriyor ufaklığı. Bakıyoruz, alnı şişmeye yüz tutmuş.

Hülya teyze feryadı basıyor: “Behçet, yetiş! Buz getir!”

Buz yok maalesef evde. Yazlık ev malum… Bütün buzlar rakılarda, meşrubatlarda kullanılmış. Ben sadece olanı biteni izliyorum. Buz yoksa ne yapacaklar? O an ufaklığın şişini nasıl alacaklar?

Dört yetişkin var; annem, babam, Behçet ve Hülya çifti… Bakışıyorlar; “evet” der gibi birbirlerini onaylıyorlar. Öğle yemeğinden kalma yarım ekmeğin içini oyuyorlar. Ne yaptıklarını gerçekten merak ediyorum. Böyle şuursuzluk olamaz! Çocuk ağlamaktan katıldı! Bizimkiler oturdular ekmek yiyorlar. Hem de sadece içini!

Ufaklık ağlıyor, ona üzüntümden ben de ağlayacağım! O esnada olan oluyor. Bizimkiler tekrar bakışıyor; birbirlerine “evet” bakışını attıktan sonra ağızlarındaki ekmekleri ellerine alıyor. Ne oluyor ulan?

Hasta mısınız? Çocuk acıdan ölüyor, siz cıvıklık peşindesiniz. Ekmekler de gerçekten cıvımış yani. Hepsinin de elinde vıcık vıcık ekmek içi… Tükürüklü! Birbirlerine tekrar bakıyorlar ve dörtlü Voltran’ı oluşturuyorlar. Aynı anda cıvık ekmek içini ufaklığın alnına basıyorlar. Çocuğun ağlaması kesiliyor.

Ama şaşkınlıktan susuyor çocuk. Belki de şişin inmesi de bu büyük şoka bağlı! Ekmek şoku!

Amman diyeyim; evinizde buz bulundurun da cıvık ekmeklere maruz kalmayın!

İSTİYORUM!

İSTİYORUM…

Bu günlerde herkeslerden bir şeyleri bana geri ödemelerini isteyeceğim. Zamanında veya şimdi herkese bir şeyler vermişim, ödeme yapmışım karşılığını alamamışım. Pişkinlik falan değil. Hakkımı arıyorum. Hakkı kim bu arada?

İki gün önce bindiğim kısa mesafeli otobüs firmasından 5 ytl'lik bilet ücretinin yarısını talep ediyorum. Ayaklarımın arasındaki sandık ayak mesafemin yarısından fazlasını çaldığı gibi bir saatlik yolu diz ağrıları ile geçirmeme sebep oldu. Şimdi kimse demesin bana "Ne oldu eskidin mi, öldün mü" diye. O otobüsteki 30 yolcu da beş ytl veriyor, ben de. Hakkımı arıyorum ben.

Beni idareye değil, idareyi bana versinler. Ben onlara yapacağımı bilirim.

Eve gidip gelirken bindiğim minibüsler beni bir kez olsun durakta indirmiyor. Ya iki metre ötede ya da beş metre beride… Binerken de aynı. Hep minibüsün peşinden bir süre koşuyorum, öyle biniyorum. Ama hep tam para veriyorum. O üç-beş metreleri toplasam fazladan on dolmuş güzergâhı eder. Türkiye Şoförler Odası’ndan beni beş dolmuş güzergâhı kadar ücretsiz gezdirmesini istiyorum.

Teşhis koyarken apandisi bile bilmeden alan doktordan alınan apandisleri geri vermelerini istiyorum.

Yanlış diş çekimi yapan diş hekimlerinden çekilen dişleri geri vermelerini istiyorum.

Kesilmesin istiyorum...

Garanti kapsamı içerisinde ürünümü garanti süresi boyunca serviste tutan üreticiden fazladan garanti süresi istiyorum. Hatta vazgeçtim, ömrümü tükettikleri için onlardan fazladan ömür istiyorum.

Sezar'ın hakkını istiyorum.

"Veremem sana acımı" diyen Düş Sokağı Sakinleri grubundan acıyı istiyorum. Olmadı bu. Ben onlara acı vermedim ki. En iyisi; köşedeki lahmacuncudan iki acılı lahmacun istiyorum. Fonda da "veremem sana acımı" çalsın. Kirlenir yerler, pislenir lahmacun kıymalarıyla.

Beni benden alanlardan beni geri istiyorum.

İstiyorum, veriyor musun? Peki, öyle olsun...

SAÇMALIK KİME GÖRE?

Ben stresimi atmak istiyorum. Ana caddenin ortasında çıkıp Şener şen çığlıkları atarak koşmak istiyorum. Şimdi herkes susmuş bir ben bağırıyorum, ya herkes bağırsaydı? Ben saçma mıyım şimdi?

Sahil şeridinin bir ucundan bir ucuna çıplak yürümek istiyorum lan! Evet! Kimse de bana karşı gelemez. Gözümü kırpmadan yürümek istiyorum. Bu mudur saçmalık? Ya herkes çıplak olsaydı? Ya şeffaf olsaydık? Şimdi ben mi saçma oldum?

Sabah uyanıp İskender kebap yemek istiyorum... Nesi saçma bunun? ya adet sabahları kebap yiyip, akşamları peynir zeytin yeme esasına dayalı olsaydı... sizin adetleriniz yüzünden saçma oldum ben. Bana göre siz saçmasınız.

Minibüste muavin "para üstü almayan var mı" diye bağırdığında "para üstü almayanda indir" diye seslenmek istiyorum muavine. Malum insanlar düzde, virajda, bakkalda, merdiven başında her yerde indirildiğine göre ben de kendimce bir durak yaptım... Beni de indirin lan orda! Saçmalama lan! İnmek istiyorum ben... Bakma öyle yüzüme!

Sinemalarda en öne oturup tepeye bakıp, alt yazı okumakta zorlananlar için üst yazıyı icat etmelerini istiyorum. En öne oturulduğunda hem alt yazıyı, hem de görüntüyü takip etmek çok zor. Ne bakıyorsunuz? Alt ve üst yazı olmak üzere iki yazı koymak çok mu zor? Saçmalamıyorum ben!

Minibüste arkadaki yolcu "şuradan bir öğrenci uzatabilir misiniz" dediğinde elimin altındaki en yakın öğrenciyi alıp şoföre uzatmak istiyorum. Sonra şoför de para üstü olarak motorun üstünde oturan iki emekli teyzeyi versin. Bakmayın öyle... Anlam kaymasını siz yaratıyorsunuz… Öğrenci nasıl uzatılır? Bana onun için alternatif bir cümle bulun, saçmalayan sizsiniz...

Herkesi televizyonlarda yalandan evlendirip reyting yapıyorlar. Ben de dişi ayıyla evleneceğim. Kimse sallamasa da beni... Buldum çözümü, Ahu Tuğba’yı fino köpeğiyle evlendirmesi için, İbrahim Tatlıses’i de dişi bir ayıyla evlendirmesi için program yapımcılarına teklifler sunacağım. Yalandan evlilik izleyip bunu gerçek sanıp bir de üstüne tartışan onca insan ne kadar normalse benim tekliflerim onlardan on kat daha normal!

Çıkma teklifi etmeyeceğim. Birlikte olmak için böyle bir zorunluluk varmış. Canınız cehenneme be! Bakışarak çözeceğim. Bu sözü asla söylemeyeceğim. Çıkma teklifini geçtim, o mühim birlikte olma teklifini de götürmeyeceğim. Evet-hayır cevabını aldığımda sanki resmi bir belgeye imza mı atıyorum? Madem atmıyorsam neden kendimi paralıyorum ben? Yapacağım tek bir şey var: her flört öncesi bir belge imzalayıp imzalatmak... Zorunluluk budur... Siz saçmasınız!

Sigara içip içip, üstündeki "sağlığa zararlıdır, kanser yapar" etiketlerini görüp de sigara içmekten vazgeçenini veya bırakanını görmedim. O zaman o etiketler boşuna kâğıt israfı değil mi? yönetmelikler saçma be!

Aslında saçmalık çoğunluğun yapmadığı, bir tek kişinin yaptığı şeylermiş gibi duruyor değil mi? O zaman saçmalık kalmasın, hepimiz saçmalayalım...